İspanya-Fas Bisiklet Turu Bölüm 6 – Fas-2

IMG_ (1467)

Taza şehrinin çıkışında bir köprü geçiyoruz ve bitki örtüsü birden bire değişiyor. Etrafta öbek öbek zeytin ağaçları görmeye başlıyoruz… Hava açık olduğu için pek keyifliyiz. Dünkü gıcık yağmurun üzerimizde bıraktığı sevimsiz etkiden eser yok. Taza’dan sonra artık daha sık yerleşim yerleri geçiyor, herhangi bir ihtiyacımız olduğu zaman bir kahve veya bakkal bulmakta zorluk çekmiyoruz. Giderek medeniyete doğru pedalladığımıza dair bir algı oluşmaya başladı bende. Burada önümüzdeki şehre kaç km kaldığını gösteren tabelalardan yok. Hani hep bir konuda önemli bir gelişmeyi belirtmek için ”kilometre taşı” deyimini kullanırız ya  hah burada da gerçekten kilometre taşları var :) Yönünüze göre gideceğiniz şehrin adı ve kalan mesafeyi gösteriyor :)

Gürkan telefonundan hava durumuna bakıyor. Yarın ciddi bir yağmur var. Anlaşılan bu günlerde Fas yağmurları ile ıslanacağız… Havanın kararmasına bir kaç saat kaldı. Gürkan gpse bakıp, yolumuzun 3 km kadar dışında bir köy olduğunu söylüyor. Bakalım misafir eden çıkacak mı? Açıkçası kamp atmayı her türlü yeğlerim fakat ertesi gün yağışlı bir havada ıslak çadırı toplamak cidden büyük eziyet. Bir süre tırmanış yapıyoruz, yanımızdan köy minibüsleri geçiyor, tarladan dönen köylülerle geçişiyoruz. Selam veriyoruz, selamlar alınıyor  bu güzel…

Köye yaklaşırken peşimize 2 bisikletli çocuk takılıyor. Gürkan’la ben çok ilgilenmiyoruz. Çocuklarda, bir kaç metre arkamızdaki Funda ile konuşmaya çalışıyor. Epey acıktım ben, ki acıkınca pek huzurlu bir insan olduğum söylenemez. Çocuklara  belediyenin yerini soruyoruz. Bizi belediyenin kapısına kadar götürüyorlar. Belediyenin mesai saatini yarım saat farkla kaçırmışız. Tabi ya! resmi daire, çalışma saatleri v.s. Enes bari sen yapma di mi? :D Neyse bu seferki belediye testimizi mesai saatini hesaba katmadığımızdan deneyimleyemiyoruz. Halbuki önceden kaldığımız belediyeye de kıl payı yetişmiştik.

Neyse… Sırada jandarma var. Evet jandarma, Fas’ta da jandarmaya jandarma diyorlar :) Bu şekilde dilimize fransızcadan geçmiş (Gendarmerie) kelimeleri de teker teker tespit ediyoruz. Jandarma karakolundaki çalışanlar bizimle çok ilgileniyor ve en sonunda araba ile karakolun komutanı geliyor. Fakat komutan karakol çalışanları kadar bize yardımcı olmaya pek niyetli değil. Açıkçası bizim bu köyde konaklamamızı istemiyor. Anlam veremediğim bir çekincesi var.  Köy yolu üzerinde gördüğümüz ormana kamp atmak için yönelmişken, bizi belediye ve jandarmaya kadar eşlik eden, ellerinden geldiğince yardımcı olaya çalışan çocuklar bizi bırakmaya pek niyetleri yok.

Bu arkadaşlardan birinin adı Abdullah… İngilizce anlaşabiliyoruz. Abdullah durumu anlayınca bir başka arkadaşını bulup getiriyor. Bu yeni gelen kişinin adı Sayid. Sayid çok daha akıcı ve iyi bir şekilde (benden daha iyi oldu kesin) ingilizce konuşuyor. Şaşkınlığımı uzun süre üzerimden atamıyorum. Gürkan Sayid’e de durumu açıklıyor. Sayid’in suratının düştüğünü net bir şekilde görebiliyorum. Bekleyin diyor. 4-5 dakika köyün meydanında bir sağa bir sola koşturuyor. Köy meydanında 3 bisikletli turist, çevredeki köylüler sadece bizi süzüyor. Hani bırak yardımcı olmayı yanımıza gelip soru soran bile yok. Bu arada hava kararmak üzere. Bir an önce bir karar verip acilen uygulamamız gerek. Aksi halde gün ışığından faydalanarak sağlıklı bir kamp yeri arayabileceğimiz son zamanı da yitirmiş olacağız. İşte benim için seyahatlerin  en stresli anları. Sırf bu stresi yaşamamak için gün batımına bir kaç saat kala net olarak konaklayacağım yeri tespit etmiş olurum. Fakat ne kadar bu durumdan kaçarsam kaçayım birgün yeniden başıma geleceğini biliyordum :)

Sayid o kadar istekli ve ısrarcı şekilde bizi misafir etmek istiyor ki kamp yeri aramak için köyden ayrılamıyoruz. Açıkçası biz de bir yandan bu köye daha fazla huzursuzluk vermek istemiyoruz . Sayid yanımıza geliyor bir kaç yere daha bakacağını söylüyor, biz ne kadar bir an önce kamp atmamız gerektiğini anlatmaya çalışsak da  Sayid’in istekliliğine yenik düşüyoruz. En son Gürkan, Funda ile bana soruyor.

-Arkadaşlar gidek mi kalak mı?

Açıkçası bu açlık ve yorgunlukta sağlıklı bir karar verebilmem pek mümkün değil. Bu tur esnasında bazı kritik kararlar alınması gerekiyorsa Gürkan’a görebildiğim olasılıklardan bahseder ve son kararı Gürkan’a bırakırım. Çünkü alınacak kararlar benden çok Gürkan’ı etkileyecek. Bununla beraber benim çok uzun yıllar tecrübe edemeyeceğim pek çok farklı kamp ve konaklama tecrübesini zaten Gürkan Japonya seyahati ve şuan bulunduğu dünya turu seyahati boyunca edinmiş durumda… Funda’da benimle hemfikir ve kararı Gürkan’a bırakıyoruz. Gürkan’da tamam diyor kalalım.

Sayid en son bir internet kafeye giriyor. İnce uzun boylu, kavruk tenli bir arkadaş ile konuşuyor. (Yahu burada herkes kavruk tenli zaten :) ) Arkadaş bize bakıyor, kafasını bir kere aşağı-yukarı sallıyor. Evet bu akşam bizi misafir etmeye kafasını sallayarak onaylayan  Zouhir (Zuhir)’in evindeyiz.

Zuhir, Sayid, Abdullah ve biz hep beraber evin yolunu tutuyoruz. Evet ilk defa bir Fas’lı bir ailenin evine misafir oluyoruz. Bu tur yazılarında, bir seyahat esnasında yerli kimselerin evlerine misafir olmanın ne kadar büyük bir lütuf olduğundan bahsetmiştim. Sıra sıra eve giriyoruz. Ev oldukça büyük. Evin girişinde hemen sağda mutfak var, ufak koridora bisikletlerimizi sıralıyoruz. Koridor bitiminde genişçe bir salon var. Buraya oturuyoruz. Zahir bu evde annesi ve iki kız kardeşiyle yaşıyormuş. Sayid ve Abdullah ev ahalisi ile iletişim kurma konusunda bizlere çok yardımcı oluyor. Sonra Zuhir’in kız kardeşi Emel işten geliyor. Evde misafir olduğundan haberdar, gelirken balık da getirmiş. Yemekler pişiyor ve hep beraber akşam yemeği yiyoruz. Ardından muhabbete devam.

Bu kısımları çok hatırlamadığımdan Gürkan’dan parça parça  alıntılıyorum

 ”Zouhir 27 Yaşında Üniversite mezunu iş bulamamış köyüne dönüp internet cafe açmış. İki kız kardeşi ve bir erkek kardeşi var. Evde anneleri ile birlikte yaşıyorlar. Ev dediğime bakmayın bildiğin saray yavrusu. 3 kat alabildiğince oda, geniş bir salon. Parayı biriktirdikçe evin üst katlarını dayayıp döşüyor. Aynı zamanda Tekvando da kara kuşak sahibi. Duvarda aldığı eğitimle ilgili fotoğraflar ve belgeler var

Said’e bu kadar iyi ingilizceyi nereden öğrendiğini sordum. Bu köye bir amerikalı gelip bir süre burada yaşamış. Bu süre zarfında çocuklara ingilizce öğretmiş. Bu hikayeyi dinledikten sonra kafamdaki soru işaretleri daha da arttı. Sonra köyün girişinde bulunan atıl durumdaki kilise binası geldi aklıma. Ne bileyim bir şekilde bunların hepsinin bir bağlantısı olmalı ama ne olduğunu bilemiyorum…

Gürkan akşamın ilerleyen saatlerinde Said’den arapça dersi alıyor. Biz iyice yorulduk gözler kapanmaya başlıyor. Said ve Abdullah’ın da artık evlerine gitmeleri gerek. Zira evleri komşu köyde ! Epey bir yürümeleri gerekecek.  Zuhir bize uyumamız için yan taraftaki misafir odasını gösteriyor. Kocaman bir oda, dört duvarın kenarında oturmak için minderler…. Yarın yağacak sağlam yağmura kendimizi psikolojik olarak hazırlayarak uykuya dalıyoruz…

Sabah hava aydınlanırken ev ahalisi ile kahvaltı yaptıktan sonra su geçirmez kıyafetlerimizi giyiyoruz. Hep beraber dışarı çıkıyoruz. Hava yağmurlu ve soğuk. Vedalaşıp yola çıkıyoruz. Yağmur çok şiddetli değil ara ara kesilir gibi oluyor sonra yeniden eski ritmine dönüyor. Genelde bu tip yağmurlu günlerde günün belirli bir kısmı yağmur yağar sonra kesilir. Fakat bu yağmurun pek kesilmeye niyeti yok gibi. Birbirimizden çok da açılmadan kendi tempolmuzda pedal çevirerek yol alıyoruz. Böylelikle bir miktar vücut ısımızı da koruyabiliyoruz.

Durunca vücut soğuyor ve üşümeye başlıyorum, çok hızlı yol alınca bu sefer rüzgar nedeniyle vücut yine üşümeye başlıyor. Bu işin tekniği normalden bir veya iki vites düşürüp makul hızı korumak için biraz daha devirli (bkz. kadans) bisiklet sürmek. Böylelikle hem vücut ısınıyor hem de hız nedeniyle rüzgardan daha az etkilenmiş oluyorum. Tabii bu sürüş tarzı insanı normalden daha çok yoruyor fakat bu tip şartlarda vücut ısısını korumak çok daha önemli…

Yola çıkalı daha 10 km olmasına rağmen bu olumsuz hava şartları nedeniyle sıcak bir yerde ufak bir mola verme ihtiyacı duyuyoruz…  Gürkan yol üzerinde gördüğü bir kafeye giriyor. Peşinden ben giriyorum. Bisikleti kafenin sundurması altına alabilmem için iki duvar arasından geçmem gerekiyor. Artık nasıl yorulduysam girişi tam ortalayamıyorum ve sol ön çantayı duvara tosluyorum. Çanta yerinden çıkıyor. Gürkan’la beraber hemen hasar tespitine başlıyoruz. Çantanın klipslerden biri yerinden çıkmış. Çantanın, klipsleri montelediğimiz ana plastik levhanın, klipslerin takıldığı bölümünde uzunca bir çatlak oluşmuş… Klipsi yerine taktık, plastik levha oluşan çatlağa rağmen halen sağlam gibi, çatlağın çaresine sonra bakacağız. Ayrıca çantanın takıldığı bagajda da ufak bir yamulma var ama oradan sorun çıkmaz. Oturduğumuz işletmede kimseciler yok . Yarım saate yakın beklediğimiz halde çevrede sipariş verecek kimseyi göremeyince bisikletlerimize atlayıp yol alamaya devam ediyoruz. Sıcak birşeyler içsek çok iyi olacak.

Bir 10 km sonra ne zamandır yazısını gördüğümüz ”Bir Tamtam” kasabasına varıyoruz. Gözümüze kestirdiğimiz ilk kafeye dalıyoruz. Bazı kıyafetlerimiz su geçirdi bile… Örneğin benim eldivenlerim (ki su geçirmez değillerdi zaten), paçalarım ve botlarım (lanet olsun indirim ayağına satılan ucuz goretex salomon botlara !) su almıştı… Hemen birer çay istiyoruz ve ıslak kıyafetlerimizi değiştiriyoruz. Haliyle kafenin içinde farklı görüntüler oluşmasına neden oluyoruz :) Çayın yanına bisküvi yiyoruz ama yok bunlar beni kesmeyecek, mide açlık eşiğini aşalı çok oldu :) Yağmurlu ve soğuk havalarda bisiklet sürmeyi cidden sevmiyorum. Sonrasında bisiklete yapılması gereken ince bakım bir yana yağmurlu ve soğuk havada vücudum, sıcaklığını muhafaza edebilmesi için olağanın üzerinde enerji harcıyor ve çok daha çabuk acıkıyorum. Acıkan canavar pek aksi oluyor… Kafede de bisküvi ile doymayacağımı anlayınca Gürkan ve Funda’ya da danıştıktan sonra ocağı çıkartıp makarna pişirmeye girişiyorum. Bunu gören işletme sahibi olaya el koyuyor ve makarnayı kendi ocağında yapıp bize servis ediyor :)

Fes Öncesi from Gurkan GENC on Vimeo.

Yemeğin ardından biraz daha dinlendikten sonra yola çıkıyoruz. Bugün Fez’e ulaşmamız gerek. Yol üzerinde konaklayabileceğiiz otel v.s. bulunmuyor, kamp atmak için de pek elverişli bir hava olduğu söylenemez. Aslında gideceğimiz mesafe toplamda 60 km fakat bu olumsuz hava koşulları işimizi fazlasıyla zorlaştırıyor.

Ha Gürkan için sorun yok. Bu havalar onun için fazlasıyla olağan :) Funda ise bugün varmamız gereken Fez şehrine odaklanmış durumda. Elinden geldiğince yağmurdan ve soğuktan psikolojik olarak etkilenmemeye çalışıyor.

Fez şehrine vardığımızda dar sokaklı kaotik bir şehir karşılıyor bizi. Şehrin girişinde bir otel simsarı bizi yakalıyor nokta atışı uygun fiyatlı otelleri dolaştırıyor. İlk götürüldüğümüz otel fiyatı uygun fakat şu ıslak halimizle pek kalınacak gibi değilmiş. Otel seçimini Gürkan’a bırakıyoruz zira hepimiz birden içeri girebileceğimiz bir ortam zaten yok… İkinci götürüldüğümüz mekan oldukça güzel fakat fiyatı daha pahallı. İnernetten baktığımız, Fez’de bulunan hostelin 2 katı fiyatında fakat Funda’nın artık pek pedal çevirecek durumu yok ki bu konuda haklı. Ben ise Funda’dan daha uzun süreli seyahat planı yaptığımdan dolayı bütçeme daha çok dikkat etmem gerekiyor ve otel fiyatı bana uymuyor. Velhasıl ayak üstü aramızda anlaşıyor ve önünde bulunduğumuz otele giriş yapıyoruz. Son bir güçle tüm çantalarımızı odaya yerleştirip bisikletlerimizi de otelin en üst katındaki terasa kadar çıkartıyoruz.

Sıra sıra duşlar alınıyor ve kendimize geliyoruz. Akşam kendimiz mi yemek yaptık yoksa dışarıdan hazır mı yedik hiç hatırlamıyorum. Ertesi gün Gürkan bizi otele getiren simsar ile anlaşıp Fez eski şehrini dolaşmak için randevulaşıyorlar. Funda ve Gürkan kahvaltının artından rehber eşliğinde şehri gezintiye çıkıyorlar. Gürkan’ın büyük ısrarlarına rağmen ben otel odasında dinlenip internete girmeyi tercih ediyorum. Çok şey kaçıracağımın farkındayım ama pişman değilim :) Gün gelir yeniden Fez’e gelirim ve gönlümce keşfederim koskoca eski şehri ama bugün dinlenmem lazım…

Benim seyahat anlayışımı belirleyen en önemli düşüncelerden biri, kısıtlı zamanda çok yeri azar azar gezmektense daha az yeri doyurucu bir şekilde gezmeyi yeğlerim. Aslında konu ile direk bir alakası yok fakat vücut ve kafa rahatlığı o an için ön planda olduğundan Fez’i ucu açık başka bir zamana bıraktım.

Gürkan ve Funda epey geç bir saatte yorgun ve pert bir vaziyette otele döndüler. Bu kadar uzun süre dolaşacaklarını tahmin etmiyordum. Yine sıra sıra duşlar alındı. Gürkan’ın gözleri fal taşı gibi açılmıştı. ”Enes, şimdiye kadar gördüğüm eski ve yaşayan şehirler sıralamasında birinci sıraya yerleşti. O derece güzel ve sağlam bir şehir.” dedi. Mutlaka ve mutlaka bir rehber eşliğinde gezilmesi gerektiğini de defalarca yineledi. Gürkan ve benim seyahat ve keşif mantığımız çok benzerdir. Öyle tur şirketleri, rehber v.s.yanından geçmeyeceğimiz gezi şekilleridir. Şimdi Gürkan özellikle ”bu şehri bir rehber eşliğinde gezmek şart” dediyse sağlam bir nedeni olmalı. Soru yağmuru ve çekilen fotoğraflar eşliğinde bu merakımı gideriyorum.

Fez’de haliyle sokaklar çok dar ve yabancı bir insan için labirent gibi. Bazı geçiş noktaları var, yeri geliyor binanın içinden geçmek gerekiyor, yeri geliyor önemli bir mekanı fotoğraflamak için bir binanın çatısına çıkmak gerekiyor. Yani öyle gps kaydı ve yol tarifi ile olacak iş değil.

Koskoca Fez kenti ile alakalı bende sadece kentin genel bir panaromik görüntüsü var. Gürkan’ın Fas yazısında daha fazla fotoğraf ve bilgi bulabilirsiniz.

E peki rehber tutacak paramız yok (ki aslında Türkiye piyasasına göre çook ucuz !) kendimiz dolaşsak birşey anlayamaz mıyız? Yine doyurucu bir keşif olur ama bazı özel alanları kaçırmak çok olası. Ki Gürkan’lar da aslında Fez’in tamamını dolaşabilmiş değiller. Bir kaç gün daha ayırmak gerekiyormuş ve bizim o kadar zamanımız yok.

Ertesi gün Funda’yı Fez şehrinden otobüse bindirip Casablanca’ya gönderiyoruz. Gürkan’la ben artık ipi kopmuş danalar gibi pedallara asılabiliriz. Şehirden çıkmadan Fas’taki en bilindik süper market olan Carrefour’a giriyoruz. Gürkan alış-veriş yaparken ben dışarıda bekliyorum. Marketten çıkan bir adam benimle konuşmaya başlıyor. Türk bayrağını görünce ilk soru haliyle ”Türkiye’den mi geliyorsunuz?” oluyor. Adam bizi seve seve evinde ağırlayabileceğini söylüyor. Bu bizim için büyük bir lütuf fakat maalesef vaktimiz yok.

Alış-verişin ardından tatlı tatlı pedallıyoruz. Öğlen yemeğini yol üzerindeki otobüs dinlenme tesislerinden birinde yiyoruz. Off buram buram et kokuyor. Sanırım Urfa Kebap yemiştik net hatırlamıyorum. Yanında da cam şişe kola oh mis !

Fez’den saat 2 gibi ayrıldığımız için Mekneş kendine varmadan uygun bir kamp yeri arıyoruz. İnsanlardan gizlenerek çadır kurabileceğimiz bir alan yoktu… Gürkan, inşaat halinde olan bir dinlenme tesisine girdi ve şantiye şefinden inşaat içinde kamp atmak için izin aldı. Evet böylelikle kamp atılabilir yerler arasında faal inşaat alanlarını da dahil edebiliriz. Çadırlarımızı uygun bir yere kurup bisikletlerimizi de birbirine kilitliyoruz. Çantaları çadırın içine alıyoruz. Eğer kırsal bir alandaysak ve insanların kamp alanımıza gelmeleri çok mümkün değilse sadece ihtiyacımız olan çantayı çadır içine alıp diğerlerini bisiklet üzerinde bırakıyoruz. Her ne kadar riskli bir tercih olsa da sabah kamp alanı toplanma işlemini büyük ölçüde hızlandırdığıda bir gerçek…

Gece çadırlarımıza doğru yaklaşan birilerinin adımlarını duyduk. Israrla yaklaşmaya devam edince Gürkan imalı bir şekilde (uyumuyoruz, ve bu tarafa gelmenden de memnun değiliz !) öksürüyor. Adım sesleri uzaklaşarak kayboldu…

Sabah çadırları toparlayıp midemize müsli yüklememizi de yaptıktan sonra pedallara asılıyoruz. Güne erken başladık hedef büyük en azından bir 100 kilometreyi devirelim… 8 km ilerimizde Meknes kendi var. Bir Fez kadar olmasa da buranın da dar sokaklı eski şehri mevcut. Acele yok Meknesi’de dolaşacağız. Gün içinde 100 km’yi her türlü devirebiliriz zaten.

Pek gözde bir şehir olmasa gerek etrafta pek turist v.s. göremedik. Ufak gruplar vardı sadece. Bisikletlerimizde Meknes’in ara sokaklarında pedallayıp ara ara fotoğraf çekiyoruz. Bir yerden sonra çıkmaz sokağa girdik geri döndük. Geniş meydana bakan kafelerden birine oturup kahvelerimizi yudumladık. Meydanda bir sağa bir sola bir sola giden tek bir hatun var. Çantası kendinden epey bir büyük. Göz göze gelince masaya davet ediyoruz. Uzunca bir muhabbet Fas’ı bir kadın gözüyle nasıl buldun? Kendini rahat hissettin mi? Nereleri gezdin? Daha ne kadar gezeceksin? Okuyor musun v.s.

Kafede epey bir pinekledikten sonra yeniden yola çıkıyoruz. Öğlen yemeği molası hariç hiç durmadan pedallıyoruz. Zaman zaman kudurup 30-35 ortalama ile dakikalarca pedalladığımız oluyor. Tamam rüzgar arkamızdan esiyor da olabilir :p

Gün sonunda yine kamp atmak için pek uygun bir yer bulamıyoruz. Tiflet kentinin çıkışında çay içmek için mola verdiğimiz, pek işlek olamayan dinlenme tesisi-benzin istasyonu karışımı yerde, işletme sahibinin önerisi ve ısrarı ile burada konaklamaya karar veriyoruz. Eh tuvalet var, su var, elektrik var ve alan güvenli. Kamp kurduğumuz yer pek ilginç. Üstü kapalı fakat ön cephe kısmında kapısı ve penceresi olmayan atıl bir yapı. Neyse güvenliyse güvenlidir. Baktım duvardaki priz de çalışıyor benden iyisi yok ! Malum, telefon arızalı. Ben de netbooktan Fez’deki otelde internetten çektiğin Game of Thrones serisinin ilk bölümlerini seyretmeye koyuldum. Gün sonunu hedefimiz doğrulusunda 96 km’de bitiriyoruz.

Ertesi gün yine erkenden yola çıkıp pedal basıyoruz. Hedef Casablanca yakınlarındaki Muhammediya kentine varmak. Neden bu kent? Olay şudur. Gürkan’ın takipçilerinden bir haber gelir. Muhammediya’da Türkiye’den tekneleri ile yola çıkmış bir çift var. Projelerinin adı Cahil Cesareti. Evet evet ben bunu bir gazete haberinden hatırlıyorum. Haliyle hit bir başlıktı ve başlıkta anladığım ile haberin içeriği çok alakasızdı. Neyse bir süredir Muhammediya’nın marinasında demir atan Uğur ve Maral ile iletişime geçip misafirliğe gitmeye karar veriyoruz.


Zamandan ve mesafeden kazanmak adına Rabat’a son 20 km kala bir ara yola sapıp Rabat’ın arkasından dolaşmaya karar veriyoruz. Yol başlangıçta çok güzeldi. Hemen başkent otomobil trafiğinden kurtulmuştuk ve bu duruma çok sevinmiştik. Önümüzde helikopterden atlayan noktacıklar gördük. Bir paraşüt eğitimi olmalı. Yaklaşınca bu ihtimal kesinleşti. Durduk, seyrettik. Atlayış yapan öğrenciler yanımıza geldi konuştuk, muhabbet ettik. Laf arasında ”atlamak istermisiniz?” sorusu geçti ve ısrarla olumlu yanıt vermeme karşın bu atlama mevzusu havada kaldı. Giderken öğrencilere verilen kumanya ve bol bol puding vermeyi de ihmal etmediler.

Bizim gittiğimiz yol birden toprak-kum karışımına döndü. Sorun yok mutluyuz. Sonra yol bitti ve iki tarla arasında ince bir patikadan inişe geçtik. Eh sorun yok gibi. Patika ve tarla bitiminde okaliptus koruluğunun içindeki yoldan inişe devam ettik. Zemin epey kaygandı ve keyifli dakikalar geçirdik. İnişin sonunda kendimizi birden Rabat’ın çöplüğünde bulduk ! Nasıl oldu biz de anlamadık. Çöplüğün içinden geçip yeniden yola çıktık. Ve sonunda Rabat’ın Casablanca çıkışına girmeyi başardık. Ha yolu kısattık mı daha mı çok uzattık? Hiç fikrim yok. Ama çoook eğlendik ve ilginç bir deneyim kazanmış olduk…

Yeniden anayola çıkmak için villaların bolca bulunduğu bir tepeden aşağı doğru saldık bisikletleirmizi. Önümüzde kocamaaan bir su kütlesi. Canavar ilk defa okyanus görür :) Sanırım Gürkan’ın da ilk defa Atlas Okyanusu ile tanışması oldu.

Ana yola çıkınca biz yine tempolu şekilde pedallamaya başladık. Arkamıza artık buranın yerlisi olmuş yabancı bir bisiketli takıldı. Arada arkaya bakıyorum bizimle geliyor. E ama iyi basıyoruz ! Neyse tuvalet molası için durunca amca da bizimle durdu fakat amcanın suratından ter boşalıyor ! Ama kendisi bu durumdan acayip grurlu ve mutlu. Anlaşılan amcanın hedefi olarak pedallamışız. Bazı yerlerde gaza gelip var gücümüzle pedallara asıldığımızı hatırlıyorum :) Neyse tuvalet molasından sonra biz yolumuza devam ediyoruz amcamız ise bulunduğumuz yerden 30 km mesafedeki Rabat’a geri pedallıyor.

Muhammediya’ya ha geldik ha gelicez. Benim benzin bitmiş haberim yok. Marinaya odaklanmışım ama kan şekerim düşüyor. En son Gürkan’a ”duralım !” dedim ve durduk. Dedim ben acıktım birşeyler yemeliyim. Yolda bir market v.s. hiçbir şey görememiştim. Çantadan müsliyi çıkardım avuç avuç ağzıma attım. Ben katır kutur müslüyi ağzımda öğütürken Gürkan şaşkın gözlerle bana bakıyordu.

-E oğlum madem bu kadar acıktın neden daha önce duralım demedin?
-Ne bilim kafa basmadı demek.

Müsli paketini bitirdim ama yetmedi. Sonra pataşütle atlayış merkezinde verilen kumanya ve pudinglere gömdüm mideye ve rahatladım.

Sonrasında ağır ağır Muhammediya’ya giriş yaptık. Ufak bir belde. Liman’a gidip gişedeki görevliye durumu anlatıyoruz. Uğur gelip işlemlerimizi yaptırıyor ve artık limanın içindeyiz. Bu liman gümrük bölgesiymiş. Yani öyle elimizi kolumuzu sallaya sallaya giremiyoruz. İçeri nasıl girdik? Artık Kaptan Uğur’un tayfası olduk.

Gün sonunda Rabat’ın arka tarafında bulunan şehir çöplüğü keşfi ile beraber bisikletle 130 km yolu devirmiş olduk.

 

 

Uğur ve Maral bizi çok sıcak karşıladı.Oturduk uzun uzun muhabbet ettik. Cahil Cesareti projelerini, şimdiye kadar seyirleri boyunca yaşadıkları deneyimleri ve denizcilik hakkında merak ettiğim pek çok konu üzerine konuştuk durduk. Daha sonradan tekne içinde paylaştığım bir fotoğraf ile bisiklet gezgini arkadaşım Pınar ile Uğur’un üniversiteden arkadaş oldukları ortaya çıkıyor. Dünya pek küçük ! Akşam menüde türk yemekleri vardı ve pek lezizdi. Ellerine sağlık Maral.

Sabah limanın ortak kullanım alanında Uğur ve Maral ile beraber kahvaltımızı yaptıktan sonra Gürkan’la beraber Casablanca’ya doğru yollanıyoruz. 30 km yolumuz var fakat artık mecburen trafik kaosunun içine giriyoruz.

İspanya’dan beri süregelen bir alışkanlığım var. Trafik ışığı v.b. gibi durmam gereken durumlarda sırf ayağımı yere koymamak için elimle bir yerlerden destek almak. Bu destek alınacak yer direk, ağaç, duvar  gibi sabit nesneler olabileceği gibi Gürkan’ın omzu ya da bagajı da olabilir. Yine bir karşıdan karşıya geçmek için trafik ışığının bize yeşil yanmasını beklerken ayağımı yere koymamak için direği parmak uclarımla tuttum. Sonuç malum, direk yeni boyanmış ve 5 parmak mavi boya. Demekki her direk tutulmazmış.

Gürkan’la Casablanca’da bir kaç gün yollarımız ayrılıyor. Gürkan, Türkiye’den gelen arkadaşı Ayça ile görüşecek. Ayça aynı zamanda benim Türkiye’den sipariş ettiğim telefon bataryamı da getirecek kişi oluyor :) Gürkan’la beraber, Ayça’nın yerleştiği otele geçiyoruz. Bisikletlerimizi otelin güvenli bir yerine park edip lobide Ayça ile buluşuyoruz. Gürkan ve Ayça muhabbete başlamışken ben de çantamdan penseli çakımı çıkartıp yeni bataryayı telefona takmak için arka kapağın vidalarını söküyorum. Yeni bataryayı taktım, ekranda bir kıpraşma dahi yok. Dedim şarjı yok herhalde. Telefonu şarja taktım ama sonuç değişmedi. Bir kaç dakika önceki umutlu ve heyecanlı halimden eser kalmamıştı. Gürkan surat ifademden sonucun ne olduğunu anlamıştı bile…

Gürkan’la internetten Casablanca’da konaklayabileceğim ucuz bir hostel bakıyorum. Aslında Casablanca’da Fez’den otobüsle gönderdiğimiz Funda ve Türkiye’den gelen Ayşe’de var fakat an itibari ile internetten haberleşemediğim için onların kaldığı hosteli bilmiyorum. Hosteli belirleyip yerini gps cihazına kaydettikten sonra Gürkan ve Ayça’dan ayrılıp kendimi şehrin trafiğine bırakıyorum. Hostelin bulunduğu alana çok yakınım ama bir türlü hosteli bulamıyorum ! Bir o sokak bir bu sokak dolanıyorum ama yok ! En sonunda yoldan geçen birine soruyorum ve hemen önümüzdeki kapıyı işaret ediyor :) Hostelin kapısındaki adama yönelip ondan da teyit alınca bagajlarımı bisikletten ayırmaya başlıyorum. Bu esnada kafamı kaldırdığımda biri renk cümbüşü iki kadının bana doğru gülümseyerek geldiğini farkediyorum. Funda ve Ayşe :) Planlaşamasak da aynı hosteli seçmeyi başarmışız…

Casablanca’da sanırım 6 gün kadar kaldık. Özellikle belirtmeliyim ki Casablanca 6 gün değil 2 gece bile ayırılacak bir şehir değil. Funda Casablanca’dan uçakla Türkiye’ye döndü. Ayşe bizimle 20 gün kadar pedallayacak. Ben telefonum için bir Lg servis buldum. Özellikle teknik elemanı bulup derdimi anlattım. Zaten sırf 3 gün telefonu beklemek ile geçmişti. Gürkan, arkadaşı Ayça ile gezerken biz de Ayşe ile ben Cahil Cesareti – Uğur ve Maral’ı yeniden ziyarete gittik. Ayşe’de böylelikle bu güzel insanlarla tanışmış oldu.

Lg servisi telefonumla ilgilenmek için 3 gün istemişti ve yaklaşık 250 TL gibi bir fiyata anlaşmıştık.  3. günün sonunda telefonu yapamayacaklarını söyleyince yıkılmıştım. Bu anlamsız şehirde boşu boşuna fazladan 3 günüm gitmişti. Gel gör ki kafa da çalışmıyor bu süre zarfında ne Marakeş’e ne de Rabat’a gittim. Neden? Hep bisiklet kafasıyla düşünüyorum. Halbuki bisikleti hostele bırakıp 1 gün Rabat, 2 gün Marakesh takılabilirdim. Şimdi Fas’a seyahat edenler soracaktır. ” Yahu Fez’i gezmedin, Rabat’ı teğet geçtin, Marakesh’e gitmedin, Kazablanka’da gezilecek yer değil deyip bok attın. Fas’ın neyini gezdin lan sen?”. Dostlar bizimkisi pek normal bir Fas turu olmadı açıkçası. Popüler yerleri çok dolaşmadık ama özellikte turun bundan sonraki kalan kısmında Fas’ın can damarlarına dokunduğumuzu rahatlıkla söyleyebilirim. 2 ay 20 gün kadar Fas’ta bulundum ve Gürkan’la beraber ülkenin kuzeyinden güneyine, okyanusundan dağlarına pek çok yeri pedal pedal keşfettik. Fas hakkında pek çok bilgi edindik, pek çok şey yaşadık. Sanırım ülkemi bu kadar çok gezdiğimi sanmıyorum. Bunların ne kadarını sizlere aktarabileceğim de bilmiyorum ama artık zamanımız daha esnek, fragman bitmiştir yavaş yavaş yolda olmaya başlıyorum ;)

Yeni yazıda görüşmek üzere !

Bu yazıda geçen rotamız (Taza-Casablanca 450 km) …