İspanya-Fas Bisiklet Turu Bölüm 5 – Fas

Evet nerede kalmıştık? Fas sınır kapısı.  Fas sınır kapısında da işlemlerimizi hallettikten sonra o kaotik ortamdan kurtulmak için pedallara asıldık. Bir kaç yüz metre ileride sağda bir banka gördük. Yanımızda hiç Fas parası (dirhem) yok günlerden pazar Atm’den para çekelim. Atm’nin başına gittim ekran toz kaplıydı. E normal bir kapı geçtik yapılar değişti, yollar değişti… Kaldırım denen şey binalara girebilmek için basamak niteliğinde, etraf toz toprak… İspanya’dan çıkınca insanın gözüne biraz daha batıyor elbet. Eğer Türkiye’den direk Fas’a geçseydim muhtemelen bu kadar ağır bir kültür şoku olmayacaktı :) Atm’nin ekranındaki tozu sildim bir hata uyarısı. Virus detected ! Amanın ! Neyse yola devam edelim…

Sınırda bulunan ufak yerleşimi ardımızda bırakıp ana yoldan devam ediyoruz. Yolda bisikletin gidebileceği pek bir pay yok haliyle yolun en sağ şeridinde pedal çeviriyoruz. Çevremiz ağaçlık güzel bir ortam fakat evlerin olduğu küçük köylerin yanından geçerken çalılara takılmış mavi poşetler dikkatimizi çekiyor. Her yerde mavi poşet… Çocuklar meraklı gözlerle bizlere bakıyor ve aynı merakla biz de onlara bakıyoruz. Ülkeyi anlamaya çalışıyoruz. Bu ülkeyi anlama durumu Kazablanka’ya kadar sürecek… 12 km sonra konaklayacağımız Nador kendine gelmiş oluyoruz. Nador bir sahil şehri. Düzenlenmiş güzel bir sahili var. Tam karnımız acıktı derken bir fast food zincirinin denize nazır işletmesini görüyoruz. Eh karnımız da acıktı. Bakalım burada menüler ne kadar? Menü fiyatları Türkiye ile benzer belki 1-2 TL daha ucuzdur bilemeyeceğim.

Karnımızı doyurduktan sonra merkeze ilerliyoruz. Feribot’ta oda arkadaşımız olan Fas’lı işçilerden öğrendiğimiz ucuz oteli arıyoruz. Trafik pek tanıdık :) Düzene alışkın olan ortamda yetişmiş bisikletçiler zorlanabilir ama biz kıvrıla kıvrıla yol alıyoruz. Yok yanlış yola girdik kavşak beklemeden hop karşı şeride geç, arabanın yol vermesini bekleme yolunu kes falan :) Hotel Nador’u bulduk. Kişi başı 10-15 TL gibi bir ücret ödedik. Gürkan’la ben aynı odadayız Funda karşı odamızda. Artık müslüman ülkedeyiz haremlik selamlık var. Feribotta tuvalete gitmemiştim, keşke yemek yediğimiz yerde gitseydim en azından temiz ve düzgün bir tuvalet olduğunu biliyordum. Neyse kendimi otele saklamıştım ama otelin tuvalet borusunu parmak kalınlığında mı yaptılar nedir gitmiyor arkadaş. Su döküyorum, şokluyorum gitmiyor ! :) Neyse Funda’ya sordum çalışıyormuş. İşimi hallettim fakat sanırım Funda’nın tuvaletini de tıkadım :) Anlayacağınız otel süper ucuz ama ciddi bir tuvalet krizimiz var :)

Biraz dinlendikten sonra şehri ufaktan keşfe çıkıyoruz. Seyyar satıcıların yoğun bulunduğu bir caddeye geçiyoruz. Etraf kalabalık, çantalara mukayyet olmak gerek. Hatta ben korkumdan yanıma fotoğraf makinasını bile almamıştım. Sonradan gördüm ki Fas turizm açısından muhtemelen Türkiye’den bile daha güvenli bir ülke.

 

Bazı satıcılarda o kadar eski elektronik eşya var ki hani antika koleksiyonu olan birisi buradan kesin aradığı birşeyler bulur. Bir bankanın önünde seyyar telefoncular duruyordu. Camekanlı çantalarında 2. el ve sıfır telefon satıyorlar. Bu kaç para şu kaç para? 100 dirhem, 80 dirhem… Sıfır olanlar imitasyon ürün belli ama 80 dirheme gördüğüm iphone 5 gayet orijinal. Yahu emin misin 80 dirhem olduğuna? Adamın eline kağıt kalem verip yazdırıyorum rakamları yanlış mı telafuz ediyor diye. Yok 80 dirhem. Türk lirasına çevirmek çok basit. Dirhem değeri 4’e böldüğümüzde yaklaşık olarak TL değerini buluyoruz. 20 TL lan ! O sıralar yine tam emin olamıyoruz kur farklarından birbirimize sorup teyit alıyoruz. Satıcı diyor telefonda sorun yok, temiz, sadece icloud problemi var :) Telefon çalıntı yani :) Yahu telefonum da yok. Tamam Fas’da kullanamasam da Türkiye’de bir çaresine bakar kullanırım aslında. Ama o an rakam gözümde büyüyor (ulan 20 TL) parayı riske etmek istemiyorum ve telefonu almaktan vazgeçiyorum. Halbuki nelere 20 TL verdim telefona mı veremeyecektim? Kazablanka’ya kadar bu mevzu dilimize dolandı. Sonuç olarak telefonsuzluğa devam…

Gürkan bir telefon bayisinden internet hattı alıyor. Ama bir türlü istediğimiz tarifeyi bulamıyoruz. Günlük, haftalık paketler var. Gürkan deneme amaçlı günlük bir paket alıyor.  Otele döndüğümüzde ikimiz beraber o paketi bir kaç saat içinde bitiriyoruz. Operatör Maroc Telecom. İnternet hızı kesinlikle çok iyiydi.

Akşam yemeği için yerel bir lokantaya oturuyoruz. Ateşte pişen tavuklardan bir tane alıyoruz ortaya, pilav, salata, meze falan. Kola istiyoruz cam şişede kola geliyor. Belli ki depozitolu şişelerin dışı çizik dolu. Ama cam şişe iyidir kolanın tadı pek güzel. Şişenin dışındaki yazı arapça :) Daha sonradan şişenin fotoğrafını çekebilmek için başka yerlerde çok aradık ama bulamadık aynı kola şişesinden… Masalar, ortam,  buzdolabı pek  temiz olduğunu söyleyemem. Ama neyse ortama alışmak lazım, motoru bozsak da bir kaç güne toparlar bağışıklık kazanırız sorun yok :) Etrafta bir garson sağa sola koşturuyor. Tavuk geldi çatal bıçak yok. Çatal bıçak istediğimizde garson bir süre anlamsız anlamsız bakıyor yüzümüze ama sonunda beklediğimiz çatal ve bıçaklar geliyor… Bu arada garsonun belinde bir kaşık var ne olduğunu çok merak ettik, her gördüğümüzde gülme krizine girdik. Garson o kadar hızlı hareket ediyordu ki bir türlü o beldeki kaşığı fotoğraflayamadık :)

Ertesi gün otelden ayrılıp Kazablanka’ya doğru yol alıyoruz. Öncelikle haftasonu olduğundan dolayı para çekemediğimiz bankaya gidip elimizdeki euroları dirheme çeviriyoruz. Çok ciddi bir rakam çevirmedik fakat elimiz para doldu :)

Nador’u pek gezemediğimiz için ana yoldan ilerlemek yerine ara yolları kullanarak şehri terk edelim dedik. Demez olaydık… Şehrin arka taraflarına doğru yol namına bişey yok. Toprak ve çamur. Bir iniyor bir çıkıyoruz. Öyle ki bir süre sonra gps cihazımızda bulunan haritalar bile iş göremez duruma geldi. Haritanın gösterdiği yol ile bizim geçtiğimiz sokakların alakası yok :) Ve orada tespitimi yaptım ” Nador ! Navigasyonun oturup ağladığı şehir” :)

Biraz kaybolduktan sonra anayolu buluyoruz çok şükür. Hızlı bir trafik var… Karşıdan rüzgar esiyor, üstüne ufaktan tırmanışlar yapmaya başladık. Ufak beldelerden birinde durup gözümüze kestirdiğimiz kahvelerden birine kuruluyoruz. Önceliğimiz bisikletleri gözümüzün önüne park edebileceğimiz bir yer olması. Yerel çaylarından istiyoruz, naneli bol şekerli çaylar :) Yandaki bakkaldan ekmek ve üçgen peynir alıp karnımızı doyuruyoruz. Gürkan’ın bu mobil internet işini çözmesi gerek. İnwi adlı başka bir telefon operatörünün şubesini buluyoruz. Şubede çalışan bayanın gayet iyi ingilizcesi var. Tarifeleri güzel güzel açıklıyor. 2gb interneti olan, fiyatı da gayet makul bir internet paketini satın alıyor Gürkan… Hat aktif olduğunda görüyoruz ki internet edge hızında :) Tekrardan şubeye dönüp internet hızını sorduğumuzda İnwi’nin sadece edge hızını destekleyen internet alt yapısı olduğunu öğreniyoruz. Hobaaa :) Neyse zamanla Gürkan bu internet hızına alışıyor ve işlerini bu şekilde de halledebiliyor.

Gittiğimiz yol bir garip. Gidiş-geliş toplam 2 şerit. Şeritten artan en ufak boş asfalt alan yok. Düz ve hafif kıvrımlı bir yolda ilerliyoruz. Bazen ufak tepeler arasından kıvrılarak tırmanıp sonra tekrar yeni bir ovaya iniş yapıyoruz. Yeni ova yeni manzara. Ovalar hep tarım arazisi. Muhtemelen buğday ekili. Sulama sistemi yok. Ve fıskiyeler ne sulama kanalları… Anladığım kadarı ile sadece yağmur ile mahsulün su ihtiyacı karşılanıyor…

Rüzgar bizi epey sersemletti. Yeni bir ülkedeyiz etrafta kamp yapmaya uygun alanlar var fakat yoldan geçen araçların ve çevrede bulunan yerli halkın bizden haberdar olamayacağı bir yer bulamıyoruz. Her taraf apaçık ortada. Gürkan bir çoban yakalıyor meramını beden dili ile anlatıyor.Gelen cevap olumsuz. Biraz daha ilerliyoruz ufak bir bakkala soruyoruz ileride bir yeri işaret ediyor. Nedir ne değildir bilmiyoruz ama gidip şansımızı deniyoruz elbet. Burası bir resmi bina belli. Tam mesai bitimine denk gelmemiz bizim için büyük şans. Geldiğimiz yer bir belediye… Etrafta doğru düzgün pek bina da yok nerenin belediyesi Belediye başkanını makam aracına binmeden yakalıyoruz.

Belediye başkanını böyle sakallı, giyim ve tip olarak nur yüzlü bir cemaat hocası görünümünde :) Gürkan belediye başkanına derdimizi anlatıyor, nasıl anlatıyor bilmiyorum. İngilizce mi? beden dili ile mi karar veremedim :)
Yaklaşık 5 dk’lık görüşmenin ardından Gürkan bize doğru baş parmağını kaldırıp ”tamamdır” işareti yapıyor. Başkan binada kalan görevliye talimat veriyor. Tek katlı belediye binasında uygun bir oda ayarlıyor bize. Biz odaya yerleşirken çay ve kuru pasta getiriyor. İşte misafirperverlik budur… Kaldığımız odada yatak falan yok elbet. Yere sıra sıra matımızı serip, uyku tulumuna giriyoruz. Gürkan yanında taşıdığı su torbasını tuvaletin tavanına asarak bir güzel soğuk duş alıyor :) Ben o soğuk duş altına girmektense 1 hafta yıkanmamayı tercih ederim :)

Sabah uyandığımızda belediye binasında kalan görevli arkadaş bize kahvaltı hazırlamış. Biz de nevalemizi ortaya koyup meclis odasında kahvaltı yapıyoruz :) Bugün hava açık, gökyüzü masmavi. Hava soğuk, rüzgar var burunlar akıyor :) Burunlar akıyor derken benim ve Funda’nın burunları akıyor. Gürkan için hava biraz serin o kadar :) Öğlene doğru bir kasabaya varıyoruz. Karınlarımız aç. Çevrede yemek yiyecek bir yerler olup olmadığına bakıyoruz. Kasabanın çıkışına doğru sıra sıra dizilmiş kahvehane tarzı yerler görüyoruz. Bu işletmelerin hemen önünde içinde köz bulunan ızgara yerleri var ve bu ızgaraların üzerinde içinden duman çıkan kapaklı kerpiç kaplar var. Bu kapların bazılarının kapaklarının üzerine domates bulunuyor. Hmm yiyecek bir şey sanırsam ! Kapakları açtırıyoruz (sıcaklar çünkü) amanın güveçte etli sebze yemeği gibi bişey. Gayet tanıdık bir yemek :) Ortaya en büyüğünden bir tane sipariş veriyoruz yanında kola ! Normal şartlarda pek kola içmem ama cam şişedeyse ve arap ülkesindeyseniz çekiliyor meret :) Suriye ve Lübnan’da da çok kola tükettiğimi hatırlıyorum…

Yemek on numara. Yediğimiz yetmiyor bir de küçük kap istiyoruz. Hah tamam şimdi doyduk ! Haşlanmış patates ve sebzelerin içine gömülmüş bir et parçası var. Bol yağlı ve kemikli. Açıkçası ben yemeğin o kısmına pek bulaşmıyorum Gürkan bir güzel hallediyor o kısmı :) Bu yediğimiz yemek ile Fas’ta bulunduğumuz süre içerisinde daha çok karşılaşacağız. Kendisine burada Tajin diyorlar. Fas’ın kuzeyinden güneyine, doğusundan batısına her yerde tajin var. Yöresel değil ulusal yemek burada :)  Tajinleri afiyetle mideye indirdikten sonra dükkanın önünde bulunan mavi su tankıya ellerimizi yıkıyoruz.

 

Ellerimi kese kağıdıyla kuruluyorum. E kese kağıdı elimde kaldı. Sağa bakıyorum yok, sola bakıyorum yok inat ile bulunduğumuz ortamın her ayrıntısına bakıyorum ama bir çöp kutusu görebilmenin mümkünatı yok ! O sırada yanımda bize servis yapan adam yanımdan geçerken durduruyorum elimde topak yapmış olduğum kese kağıdını gösteriyorum ” e nere atıcam şimdi bunu?” adam boş boş yüzüme bakıyor bir şeyler söylüyor hah tamam elimden aldı çöpü, herhalde içerideki çöp kutusuna atacak. Anam ! o da ne ? Adam elimden buruşturulmuş kağıdı aldığı gibi yere attı ! Neye uğradığımı şaşırdım. Ülkemde umarsızca yere çöp atan insanları bilirim, arabasında çöp görmeye tahammül edemeyip fütursuzca camdan çöp atan insanlar bilirim ama yine de bu anı yaşayınca neye uğradığımı şaşırdım ne yapacağımı bilemedim. Gürkan karşımda benim hareketlerimi izlemiş ”Enes ne bekliyordun burada? Ortamın kuralı neyse ona uyacaksın çaren yok” diyor ve elinde topak yaptığı kese kağıdını yere bırakıyor… Funda diğer tarafta bu gelişen, bize farklı gelen olaya kıkır kıkır gülüyor.  Bunlar yaşanırken adamın yere attığı top halindeki kese kağıdım rüzgarın ardına katılıp sokağa gezintiye çıkıyor. Evet bu duruma alışmam biraz bir zaman alacak…

Aslında bu yaşadığım ilk olay da değil. Suriye’de yol kıyısında karton bardakta espresso satan seyyar işletmelerde de durum vardı. Okaliptüs ağaçlarının altındaki bu seyyar kahvecilerin bulunduğu yerler tamamen etrafa atılmış karton bardaklarla doluydu… Ben ki toroslarda günlerce çöpümü yanımda taşımış adam, göz göre göre yere çöp atmak yapabileceğim birşey değildi… Neyse bu konuya daha sonraları da değineceğim…

Çok iyi bir noktada öğle yemeğini yemişiz. Yolun kalan kısmında daha ciddi yokuşlar çıkıyoruz. Çıkıyoruz, çıkıyoruz…  Tarım alanlarını geçtik, artık kıraç taşlık ve kayalık alanlardan geçiyoruz. Gün içinde yanımızdan arada eski minibüs ya da içi tıka basa yolcu dolu şu  uzun mercedes taksilerden geçiyor. Bir köyden geçerken etrafta su kaynağının bol olduğunu farkettik. Çeşme bulmamız çok uzun sürmedi. Sularımızı tazeledik. Bu esnada tarladan çıkardığı havuçları çamurdan arındırıp istifleyen bir genç gözümüze ilişiyor. ”Gürkan havuç alalım mı? Çok güzel gözüküyor lan canım çekti”. Bir bağ havuç alıyoruz. Tatları hakikaten güzel !

Gün biterken kamp atacak bir yerler bakıyoruz fakat yoldan görünmeyecek bir yerler bulabilmek pek mümkün değil. Her yer apacık ortada.  O zaman kötünün iyisi bir yer seçeceğiz.

Gürkan kamp yeri seçim konusunda son derece titiz. Bu titizliğini ancak beraber geçirdiğimiz 3,5 aylık seyahatin ortalarına doğru anlayabiliyorum.  Eğer olumsuz bir olayın gerçekleşme ihtimali 1000/1 ise Gürkan Japonya seyahati hariç bu dünya turu esnasında 7 yıl, yani bu durumda ortalama 2555 gün geçirecek ve bu olumsuz olayın 2.5 kere gerçekleşme ihtimali var. Bu olumsuz olay bir kere bile gerçekleşse bile üzerinde büyük emek harcadığı projesinin sekteye uğraması, yarım kalması ve daha da kötüsü hayatını  kaybetmesi ihtimaller arasında. Kendime bakayım. Cebimdeki para belli, seyahat edeceğim süre belli. Gasp’a uğradım diyelim, ya da ben gece uyurken bisikletimi çaldılar. En çok bir şekilde ailemden para göndermelerini ister uçakla ülkeme dönerim. Gürkan için hata yapmanın sorumluluğu bu kadar küçük değil. Bu yüzden yaptığı tur esnasında, başta bana gereğinden fazla titiz gelen davranışlarını, bu şekilde empati kurduğumda ancak anlayabildim. Gürkan’ın seyahatlerinde kaleme almadığı veya çok üstün kötü geçtiği yaşadığı olumsuz olaylar var.Her biri kendisi için birer tecrübe… Okuyana tecrübe katacağına inandığı şeyleri zaten yazıyor fakat okuyanı sadece üzecek ve ehvamlandıracak şeyleri yazmaktan çekiniyor. Gürkan’ın paylaşmadığı pek çok anısı var. Bunların büyük bölümünü çıkaracak olduğu seyahat kitaplarına saklıyor…

İleride daha detaylı değineceğim. Gürkan ile seyahat yapmak ya da Gürkan’ın kendi başına seyahati bir tatil değil. Bir iş gibi… Zaman zaman eğlenceli fakat genel itibari ile  sıkıcı. Bildiğin iş gibi…  Yapmanız gereken ciddi bir proje var ve tüm gözler üzerinizde. Herşeyden önce girişilen projeyi  sorumluluklarından önce insan kendisi için bitirmeli. Bu yüzden içinde bulunduğum seyahatin özgürlüğünü seyahat bütçesinden daha etkin kısıtlayan faktörler var. Hani bunu ”bugün şu kadar kilometre yol yapmalıyız, şu zamana kadar şuraya ulaşmalıyız” anlamında mesafe kafasından bahsetmiyorum. Şartlar gerektirmedikçe bu mevzuların bahsi bile geçmez.  Bunu da Gürkan’la beraber pedallamak isteyen arkadaşların kulağına küpe olarak belirtiyorum.

Yolun sol tarafındaki yamaçta bulunan tarlaya araçların hiç geçmediği bir anda dalıyoruz. Yani o civarda konaklayacağımızı yolan geçen araçlara dahi belli etmemeliyiz.  Yoldan geçen araçların bizi göremeyeceği kör bir noktaya kamp atıyoruz. Artık daha rahatız.  Bir yandan kamp ocağında makarna pişirirken diğer yandan manzarayı, dağları gözetliyoruz. Hava kararmaya yakın yamacında bulunduğumuz tepenin bir kaç kilometre yukarısında bir ateş yakıldığını görüyoruz. Dürbünde daha yakından bakıyorum ama pek bir detay belli olmuyor. Bu gördüğümüz ateş sönmeye yakın bir kaç metre ötesinde yenisi yakılıyor. Muhtemelen orada bir bahçe var ve bahçe sahibi biriken çalıları yakıyor.  Böylelikle aslında bu ıssız sandığımız yerde yalnız olmadığımızı anlıyoruz. Karşı tepeden koyun sesleri geliyor :)

Sabah güneş doğmadan kalkıyoruz. Hava kapalı ve ufaktan çiseliyor. Aslında bu duruma hazırlıklıydık Gürkan seyahat boyunca düzenli olarak hava durumunu kontrol ediyor. Çadırımızın tentesine çarpan yağmur taneciklerinin ritmi azaldığı bir anda bir güçle çadırlarımızdan çıkıp bir çırpıda toparlanıyoruz. Çevremiz sürülmüş tarla olduğundan çise ile iyice yumuşamış ve kıvamlı bir çamur halini almış zeminde dikkatlice yola iniyoruz. Kahvaltı yaptık mı hatırlamıyorum ama pek kahvaltı yapılası bir hava da değil zaten. Yağmurlıklarımız altında kuruyuz fakat yağmurun şiddetine göre önce eldiven ve sonra ayakkabı zamanla fire vereceğini adım gibi biliyorum. Önümüzdeki ilk köyde mola veriyoruz.

Etraf biraz kalabalık. Hava soğuk ve halen çiselerken etrafta bu kadar insan olması beni biraz şaşırtıyor. Eh haliyle tüm dikkatler üzerimizde. İşlek bir yol üzerinde olmayan bir köyde çantalı 3 bisikletli… Yağmurdan sığınabileceğimiz, sıcak birşeyler içebileceğimiz bir mekan arıyoruz. Çay ocağı gibi bir yere yönlendiriliyoruz. Oldukça dar bir yer ve içerisi dolu. Sağolsunlar hemen bize yer açıyorlar. Yan masadaki menemene benzer bir şey yiyor aynısından istiyoruz. Tadı fena değil… Yanına da çay… Bu arada çaydan hiç bahsetmedim şimdilik yüzeysel değineceğim. Fas halkı genel olarak nane çayı içiyor (içtikleri bir başka çay daha var o Fas seyahatimin ilerleyen zamanlarında karşılaştık). Çay aşırı şekerli. Çocukken içtiğim şerbet kıvamında paşa çayına benzetiyorum. Öyle ki bu kadar şekerli çaydan Gürkan ve Funda pek hoşnut değil. Benim tatlılarla aram iyidir sorun yok :) Ha şeker ayarı yapılamıyor mu? Maalesef… Şeker direk kazana atılıyor, şekersiz çay içmek mümkün değil…

Önce dükkan içini sonra köye doğru göz gezdiriyorum. Şimdiye kadar Fas hakkında yapabileceğim yorum yoksul bir halk, teknoloji olarak Türkiye’nin 50 yıl önceki tablosu… İyi-kötü olarak değerlendirmek bana düşmez. Ki göreceli bir durum. Fakat Nador’dan sonra geçen bir kaç günde bu izlenimlerimiz giderek oturmaya başladı… İyice ısınıp dinlendikten sonra bir kuvvet yola çıkıyoruz. Havanın çiselemesi inatla devam ediyor. Epey yorulduk. Uzun bir inişin ardından terkedilmiş karkas haldeki bir yapının içine sığınıyoruz. Bazı giyim ekipmalarımız su almaya başladı ve üşüdük. Islanan eşyalarımızı çıkartıp dinleniyor ve birşeyler atıştırıyoruz.

İspanya’da favori atıştırmalığım 1 euroya satılan 10’lu paket kruvasanlardı… Burada ise Megachok adındaki bisküvi. Yahu bildiğiniz soba borusu kalınlığında paketlerde satılan çokoprens işte. Gürkan ile aramızdaki özel adı ise ”bazuka” :D Bir paketi 3 kişinin günlük atıştırma ihtiyacını karşılayabiliyor. Neyse yine bir kuvvet yola çıkıyoruz. Daha 1 kilometre bile yol almadan daha geniş bir ana yola çıkıyoruz. Hatta geçtiğimiz köprünün altından bir de otoban geçtiğini görünce ”aa Fas’ta otoban varmış” diyerek saf saf şaşırıyorum :) Ana yola çıkmamızla beraber çok az da olsa ana yoldan geçen araç sayısı artıyor. Yoldaki iniş ve tırmanışlar biraz daha makul bir hal alıyor.

Yağmur bizi çok yıprattı. Yol boyunca bir dinlenme tesisi, benzin istasyonu, köy v.b. yağmurdan korunabileceğimiz, dinlenebileceğimiz hiçbir yere rastlayamadık. Taza şehrinin hemen girişinde solda otel ve restorant tarzı bir tesis dikkatimizi çekiyor. Hemen dalıyoruz tabii. Baktım çorba var iki tas çorba içtikten sonra ancak kendime gelebiliyorum. Bu esnada gök deliniyor resmen bir yağmur bastırıyor ki bu tesise sığındığımız için şükrediyoruz.

Yağmur yavaşlayınca şehre doğru pedallıyoruz. Sokaktaki gençlere konaklayabileceğimiz uygun fiyatlı pansiyon soruyoruz. İngilizce konuşabilmek mümkün. Gençler okullarda yabancı dil olarak ingilizce ve fransızca eğitimi alıyorlar. Bize tarif ettikleri pansiyona vardığımızda pansiyonun ciddi bir tadilat içinde olduğunu görüyoruz. Şehrin yukarısında bir başka otele yönlendiriyoruz. İki otel arasında ciddi fiyat farkı var fakat yapacak bişey yok burada kalacağız. Evet kalacağımız otel diğerinden daha pahallı ama bizim pahallı anlayışımıza göre pahallı değil elbet :) Ülkeye göre değerlendiriyoruz :)

Resepsiyondan girişimizi yaptırıyoruz.  Bisikletler dışarıda kalmasın diye otelin içine sokarken oteli işleten orta yaştaki erkek (muhtemelen işletmecinin oğlu) yüzünü ekşiterek ”lütfen burası otel, garaj değil” edalarıyla bisikletlerimizi içeri almıyor. Bu durum bizi epey gıcık ediyor doğrusu. Daha nazik bir dille söylenebilirdi. Neyse bisikletleri kilitleyebileceğimiz güvenli bir mekan gösteriyorlar ve konu tatlıya bağlanıyor.  Odamıza çıkıyoruz. Hayret ! Funda ile bizim aynı odada kalmamıza izin veriyorlar. Önce sıra ile duşa giriyoruz. Duşa cidden ihtiyacımız vardı :) Duş ile beraber ıslanan ve kirlenen giyisilerimizi de bir güzel yıkıyoruz. Yanımda taşıdığım yardımcı tırmanış ipini odanın dört bir yanından geçirerek yıkadığımız giyisileri kurumaya bırakıyoruz. Yalnız bu şartlar altında bu giyisilerin kurumasının imkanı yok. Gürkan klimayı köklüyor ve karnımızı doyurmak için dışarı çıkıyoruz.

Dışarı çıkınca gözüme seyyar köfteci amcayı kestiriyorum. Sanırım ikişer tane ekmek içi köfte yedik :) Porsiyonlar küçük olabilir ama fiyat da pek ucuz ! Seyyar köfteci amcadan ayrıldıktan sonra bir çakma Burger King mağazası görüyoruz. Çakma diyoruz amblem aynısı :D Bir de burada menü yiyoruz. Üst kat gençlerin takıldığı bölüm. Alt katta dışarıdan birileri görüp laf söz olmasın muhabbeti…  Menüleri beklerken televizyona takılıyor gözümüz. Klipler falan… Yalnız klipler pek fantezi dünyası. Süper lüks yaşamlar ama gerçeklikten pek uzak :) İşin diğer tarafı da şimdiye kadar gördüğümüz Fas yaşamı ile alakası olmayan konular. Elbette tv de yayınlananların büyük bölümü olmadığı halde olmasının hayal edildiği konular yer alır. Bana hint klipleri gibi geldi ama tipler hintli değil. Çok sonradan öğrendik klip ve film sektöründe Lübnan başı çekiyormuş. Şimdi Gürkan’a da sordum (yazıyı yazarken) Afrika kıtasında şimdiye kadar geçtiği tüm arap ülkelerinde de Lübnan’ın müzik klipleri ve dizileri yer alıyormuş televizyon kanallarında. Ha bir de türk dizileri var tabii.

Şehri pek gezebildiğimiz söylenemez ki zaten otel ararken kabaca bir üzerinden geçmiştik. Taza’da tren garı var, tam olarak ne okulu olduğunu bilmiyoruz ama gözle görülür bir öğrenci kalabalığı vardı… Bu arada Fas’ın kuzeydoğusundan güneybatısına doğru seyahat ediyoruz. Şimdiye kadar turizm ve turistle alakalı hiçbir şeye rastlamadık. Zaten Nador’dan sonra hep ara yolları kullandık. Akdeniz kıyı şeridi ile Fas’ın güney iç kesimini ayıran Riff dağlarını da aşmış olduk böylelikle… Aşmak derken çok ciddi tırmanışlar yapmadık…

Aslında Taza şehrinde 1 gün daha dinlensek hiç fena olmayacak ama Casablanka şehrine ulaşmamız lazım. Funda gidecek, Ayşe gelecek… Şehirden çıkmadan güzel, modern bir kafe dikkatimizi çekiyor. Güzel bir kahvaltı yapıyoruz. Sanırım ya 35 ya 40 dirhem ödemiştik. Yaklaşık 10 TL kadar… Ama asıl güzel olan garsonun bizimle olan yoğun ilgi alakasıydı. Sağolsun bizimle çok ilgilendi.

Çok yazdım be ya ! 6. bölümde görüşmek üzere !

Bu yazının geçtiği rota

Bu yazıya kadar geçilen tüm rota.

  • ismail ertuğrul

    Bölüm altıyı bulamıyorum.

    • Enes

      Çünkü daha yayınlanmadı. Uzun süredir ilgilenemiyorum. Bir fırsat bulunca yazmaya devam edeceğim.