İspanya-Fas Bisiklet Turu Bölüm 4
Valencia’dan çıkıyoruz. Pamuk gibiyiz yeminle. Duşumuzu aldık, kıyafetlerimizi yıkadık mis gibi olduk. Açıkçası kampta uyumak hostelde uyumaktan çok daha konforlu gelmeye başladı bana. 3.5 cm kalınlığındaki mat nasıl daha konforlu oluyor onu da anlayabilmiş değilim.
Fazla duraksamadan kendimizi şehrin dışına atıyoruz. Hostelden çıkmadan evvel kabaca bir rota belirledik kendimize. Deniz kıyısından gitmeye devam edersek yolu uzatacağız. Önümüzde ufak bir burun var. Bu burunu dolanmak yerine ufak dağları aşmak daha cazip bir fikir olduğuna karar verip güneye doğru yol alacağız. O gün hiç acıkmadan 60 km yol aldık. Bir süper marketten alış-veriş yapıp yola devam ettik. Önümüzde sağlam bir tırmanış bizi bekliyor.
Bahçeli evlerin yoğun olduğu bir bölgeden geçiyoruz. Çevredeki zeytin ağaçlarının yoğunluğu dikkat çekiyor. Güzel bir yer. Bir yerden sonra Gürkan anayoldan sapıyor. Ara yoldan ilerlemeye devam ediyoruz. Hava kararmadan güzel bir kamp yeri buluyoruz. Ufak bir zeytin bahçesi. Hava kararınca çadırlarımızı kurup yemek pişiriyoruz.
Ertesi sabah bisikleti yüklerken ayaklık yüke dayanamıyor ve bisiklet yan devriliyor. Bisikletim ayaklık üzerinde düzgün duramadığı için defalarca devrilmişliği vardır. Bu sefer gps aparatım kırılıyor. Artık gps cihazımı gidonda takamayacağım. Turumuz için çok da gerekli değil. Zaten Gürkan’ın gps cihazı tüm gün açık. Fakat gideceğim yolu görmek, kafada kendimi hazırlamak alışkanlık olduğu için önümüzdeki günlerde gps cihazına bakmama konusunda biraz zorlanacağım.
İnişe geçip bir vadiye giriyoruz. Yol birden geniş bir patikaya dönüşüyor. Nehri sol tarafımıza alıp yola devam ediyoruz. Burası ufak bir milli park olmalı. Etrafta yürüyüş yapan insanlar var. Bir bilgilendirme levhası dikkatimizi çekiyor. Yukarıda genişçe bir mağara ağzına benzeyen bir yapı var. İspanyolca bilgilendirme levhalarından birşey anlayabilmek ne mümkün ! Fakat resim ve figürlerden buranın taş devri insanları tarafından kullanıldığına dair izler taşıdığını anlıyoruz. Coğrafya ve bitki örtüsü bu bilgileri destekler nitelikte. Oldukça korunaklı bir bölge. Doğal yaşam için ise oldukça elverişli. Nehir var, etrafta vahşi yaşamı mümkün kılan pek çok detay mevcut.
Patikada uzunca bir süre devam ettikten sonra solumuzda bir yapı beliriyor. Tuvalet ihtiyacı için bu yapıya yöneliyoruz. Gürkan işletme sahibi ile konuşuyor. Burası ekolojik yaşamı destekleyen bir otel diyebiliriz. Fiyatları ise kaldığımız hosteller ile benzer. Hani burayı bilseydik kamp atmak yerine burada konaklayabilirdik. Çünkü ortam harika ! Yakın civarda kaya tırmanışı için elverişli bölgeler varmış. Kaya tırmanışı, trekking, yoga v.b. pek çok aktivite yapmak için insanlar buraya gelirmiş. Kesinlikle tatilde kafa dinlemek isteyenler için çok iyi bir yer. Kafe bölümünde zaman geçirirken bir grup bayan tırmanış ekibiyle tanışıyoruz. Özellikle Gürkan’ın faaliyeti epey ilgilerini çekiyor. Gürkan seyahatini takip edebilmeleri adına kartvizitini veriyor fakat zaman içinde görüyoruz ki beklenen dönüş gerçekleşmiyor :)
Patikadan yol almaya devam ediyoruz. ”Keşke bu patika kilometrelerce sürse” diye iç geçiriyorum ama çok olmadan yol bitiyor. Ana yol birleşiminde Funda’yı beklerken bir grup hafta sonu bisikletçisi ile karşılaşıyoruz. Karşılıklı selamlaşıyoruz. Bugün cumartesi yarın için stok yapmamız lazım. Aksi halde kendimizi bile bile zora sokmuş olacağız.
Bir kaç kasaba geçtikten sonra tekerleklerimiz yine toprak ile buluşuyor. Üzüm bağları , zeytin ve portakal bahçelerinin yanlarından geçiyoruz. Portakal bahçelerinde portakal stoklarını tamamlamadan geçmiyoruz. Portakalları hakikaten güzel.
Öğlene doğru bir süper markete girip alış-veriş yapıyoruz. Fazla zaman geçirmeye vaktimiz yok. Bir daha yemek yemek için durmayalım diye süper marketin önünde birşeyler atıştırıyoruz.
Ufak bir kasabayı teğet geçiyoruz. Bu esnada kaldırımdan giden birisi dikkatimi çekiyor. Yahu bu sima diğerlerinden farklı, sanki tanıdık biri. Bir yandan bisikletten bisiklete Gürkan ve Funda ile konuşurken diğer yandan adamdan gözümü alamıyorum. Bizim Türkçe konuştuğumuzu görünce lafa dalıyor tabii :) Abinin adını hatırlamıyorum. Yerleşimi Bulgaristan. Buraya tarım işçisi olarak gelmiş. Muhabbet edip tekrar yola devam ediyoruz. Bir anda bir vadiye girip tırmanmaya başlıyoruz. Solumuzda kayalar arasında akan berrak bir dere var. Dere yatağı yekpare kayaların oyulmasıyla gerçekleşmiş dar bir alan haliyle su epey debili akıyor. Ufak göller oluşturmuş. Yolun hemen aşağısında çevre düzenlemesi yapılmış yürüyüş yolları, banklar falan… Kesinlikle dinlenmek için güzel bir alan. Vadiden 200 metre kadar tırmanıyoruz. Hava bulutlu, saat ilerledikçe gün bitimi kendini daha çok hissettiriyor. Yolun sol tarafında bir köy beliriyor. Adı Bocairent. Uzaktan görselliği güzel bir yer diyebilirim. Köyün hemen sağ yukarısında oldukça dik bir tepenin üzerine kale/şatoyu andıran bir yapı gördük. Tarihi hakkında çok detaylı bir bilgi bulamadım. Köyü gezmek için zamanımız olmadığından sadece fotoğrafını çekip yolumuza devam ettik.
Hava kararmadan yolun hemen altındaki teraslanmış zeytin bahçesine girip kamp atıyoruz. Çadırları kurarken Gürkan’ın pollerinin birinden ”çıt” diye bir ses geliyor. Pollerin birleşim yerlerinden biri çatlamış. Bazı pollerin bitim noktasında siyah elektrik bandı vardı anlam verememiştim. Gürkan’ın polü tamir yönteminden nedenini anlıyorum. Çatlayan pollerin etrafını sıkıca bantla sarıyor ve sorun halledilmiş oluyor. Gürkan’ın çadırı epey pahallı ve bir o kadar kaliteli. E pol çatlar mı? Evet çatlar ve bu çok normal. Gürkan’ın çadırı 5 mevsim ve oldukça çetin hava koşullarında kullanılması için tasarlanmış. Fakat her ürünün de bir kullanım ömrü var. Bir insan yılda kaç kere dağ faaliyeti yapabilir? Gürkan muhtemelen mühendislerin ön gördüğü kurulum sayısının çok fazla üstüne çıkmış olmalı…
Ertesi sabah kahvaltının ardından yola çıkıyoruz. Kahvaltımız her zamanki gibi müsli+süt. Sütün artan kısmı ile termos özellikli bardağıma kahve yapıyorum. Sek kahve sevmiyorum. Yumuşatmak için süt kullanıyorum. Kafelerde sütlü kahveye ”cafe ole” deniyor. Üstü bol köpüklü mis ! Kamp yerlerinde bu kahve keyfine yakın bir deneyim yaşamak adına kahve ve süt karışımını termos bardağa doldurup bir güzel çalkalıyorum. Al sana bol köpüklü cafe ole ! (Tamam tamam onun gibi olmuyor kimi kandırıyorum !)
Hava epey soğuk. Kilometre saatinde 1 dereceyi görüyorum. Etrafı ormanlarla çevrili oldukça sakin bir yoldan tırmanışa geçiyoruz. Yaklaşık 10 km boyunca tırmanıyoruz. Zirvede bizi ufak bir sürpriz karşılıyor. Bir geçide tırmanmışız.
Onil Geçidi 1036 m.
Ardından bol virajlı bir inişe geçiyoruz. Hava soğuk, eldivenlerimin parmak kısmını kapatıyorum, yüz maskemi takıyorum. Geçidin aşağısındaki Onil adlı kasabaya kendimizi attığımızda açık gördüğümüz ilk kafeye sığınıyoruz. Sıcak ne güzel sey ! Burada epey vakit geçirdik. Onil kent merkezi 680 m yükseklikte. Haliyle yukarıya nazaran daha sıcak. Yönümüz Akdeniz’e doğru… Alicante kentine gidiyoruz.
Alicante kentinde Gürkan’ın Japonya turunda Ertuğrul Firkateyni anıtında tanıştığı Ertuğrul Fırkateyni’nin deniz altı arkeolojik çalışmalarına başkanlık yapan Tufan Turanlı ve ailesi yaşıyor. Gürkan’ın ikinci ziyareti sayesinde biz de bu güzel insanlarla tanışmış olacağız.
Alicante’ye neredeyse hiç pedal çevirmeden iniyoruz. Epey yorulduk. Bir hostel bulup yerleşiyoruz. Sıcak bir duş ile kendimize geliyoruz. Gürkan dostları ile telefonda haberleşiyor. Maalesef Tufan Bey acil bir işi için şehir dışına çıkmış fakat eşi Berta, çocukları, kız kardeşi, annesi v.s. ailecek bizi yemeğe bekliyorlar. Akşam yemek eşliğinde güzel muhabbet ettik. İspanya hakkında merak ettiğimiz pek çok bilgiyi öğrendik. Malum tur boyunca ilk defa bir İspanya’da eve girme fırsatımız oldu. Bir bisiklet turcusu olarak evlere konuk olmanın ne denli önemli ve değerli bir şans olduğunu ilk o zaman anladım.
Erkesi gün yola devam ediyoruz. Zamanımız giderek azalıyor… Alicante’den çıkıp yine bir doğrultu boyunca ilerliyoruz. Deniz kenarından kopup iç kesimlerden yol alıyoruz. Önümüzde geçmemiz gereken diğer hedef Tabernas Çölü… Gürkan’ın 7 yıllık bisikletle dünya turu esnasında yapması gereken hedeflerden biri de her kıtanın en büyük çölünü geçmek. Avrupa’nın en büyük (muhtemelen tek) çölü Tabernas…
Andalucia yani Endülüs Bölgesi’ne giriyoruz. Böylelikle İspanya’nın da kendi içinde özerk gölgelere, eyaletlere ayrıldığını öğreniyorum. Çok okuyan mı? Çok gezen mi? Bence çok gerzek bir soru. Fakat cevabın kişisel farklılıklardan ötürü değiştiği ortada. Ben mesela… İşim olmadıkça bir bilgiyi öğrenme gereksinimim olmaz. Hatta ihtiyacım olmayan bir bilgiyi zorla öğretilmek istense de sonuç pek başarılı olmaz. En iyi ihtimalle kısa sürede unuturum. Bu yüzden öğrenim hayatımın da başarılı geçtiği söylenemez :) Fakat ihtiyaç duyduğum bilgiye ulaşabilmek için günlerce araştırma yaptığım da işin farklı bir boyutu. Neyse… Arkadaşlarım İngiltere’ye gittiğinde İngiltere’nin kocaman bir ada olduğunu o zaman anlamıştım :) Sanırım ben gezerek daha çok şey öğreniyorum. Gezince her şey öğrenilmiyor elbet. Fakat gezince merak ediyor ve ardından araştırıp okumaya başlıyorum. Masraflı bir yöntem :)
Beni tanıyanlar bilir açken yüzüm gülmez. Burada Gürkan güzel bir kare yakalamış. Sırayla süper markete giriyoruz, yiyecek bir şeyler almak için. En son ben giriyorum.
İspanya boyunca atıştırmalık favori yiyeceğim bu 10’lü paketlerde 1€’ya satılan kruvasanlar. Her kruvasan ufak havalı poşetlerde bulunuyor. Bisiklet üzerinde her iki elimle bu poşeti açamayacağım için kruvasan bulunan poşeti avucumun içinde sıkarak patlamasını sağlıyorum. Bu patlamadan çıkan ses ile Gürkan ve Funda’yı bir kahkaha alır. ”Evet Enes acıktı, kruvasanları patlatıyor. Enes ver ordan bize birer kruvasan !” :) Sonradan Gürkan ve Funda’da bu kruvasan olayına epey alışıyorlar. Hele hele kahve ile on numara oluyor ;)
Bir kaç kamptır şişme matımın hava kaçırdığını hissediyorum. Her geçen kamp bu hissiyat artmaya başladı. Uygun bir zaman bulup matı kontrol ettiğimde matın şişirilme vanasına çok yakın bir yerden kumaşın yırtılmaya başladığını fark ediyorum. Kumaşta enine bir zedelenme var. Tamir etmeye çalıştık fakat zedelenen yerin yama yapmaya pek elverişli bir yer olmadığından dolayı başarılı olamadık… Artık patlak matta uyuyacağım. Matın kendi içinde bulundurduğu bir ara katman sayesinde sünger mat rahatlığında geceyi geçirebildim…
Alicante’de dükkanlardan birinde Gürkan delta kanat biçiminde bir uçurtma kestirmişti gözüne. Baktık uçuramazsak bile uçurtmanın iskelet çubuklarından çok güzel bayrak direği yapabiliriz. Yahu bisiklet için şimdiye kadar bir bayrak direği bulamadık iyi mi?! Bir kere yol üzerinde öğren yemeği için durduğumuzda denedik, bir de kamp yaptığımız yerde… Çok çok başarılı olamadık, uçtu bile diyemeyiz fakat çook eğlendik :)
Olula Del Rio adlı bir kasabaya geldik. Hava birazcık soğuk… Yol üzerinde ”Macael” yazılı bir tabela gördük. İnsan ister istemez seviniyor yahu :)
Kasabaya girdik bir döner dükkanı gördük ama kapalı. Yahu bu ücra köşeye döner dükkanı açmak hangi türkün aklına geldi merak ettik. Gürkan kapıya kartviziti ile bir not iliştirdi. Fakat dönen olmadı… Toplar patlıyor. Anlam veremiyoruz. Herhalde özel bir gün. Fakat ortalıkta öyle özel bir hava da yok. Herkes normal… Ortalıkta pek insan da yok… Bir kafeye oturduk. Gürkan gideceğimiz yola bakıyor. Ben camdan dışarıyı seyrediyorum. Lise çağlarında kızlar geçiyor… Hepsi mini etekli ve oldukça şıklar. Ama bu şıklık gündelik hayat giyiminin biraz ötesinde. Bu kızların geçişmeleri ve hepsinin aynı yöne gitmeleri dikkatimi çekiyor. Gürkan’ı uyarıyorum o da aynı görüşte… Ne olabilir? Mezuniyet töreni? Öğrenmenin tek bir yolu var :) Funda tuvaletten gelince hesabı ödeyip, bisikletleri elimize alıp bir grup kızın peşine takılıyoruz. Kızlar ara sokağa giriyor biz de giriyoruz. Bir insan kalabalığı var ileride… Ufak bir meydan ve ciddi bir kalabalık. Ortada bir grup insan ellerinde birşey taşıyorlar. Hemen arkasında kilise… Evet ! Bir festivalin ortasına düştük. Gürkan’la şakalaşıyoruz ”Mini eteğin izinde !”
İngilizce bilen bir gençten bilgi alıyoruz. Geleneksel bir festival. Kabaca bir ekmek festivali. Eski bir efsane/hikayeye dayanıyor. Festivalin işleyişi şöyle. İçinde yuvarlak ekmek (susamsız simit de denilebilir), İsa heykeli ve kutsal figürler bulunan ufak bir yapı kasabanın sokaklarında belirli bir rotada dolaştırılarak tekrardan kiliseye getiriliyor. Bu taşınan ufak yapıların geçtiği yerlerde evlerden aşağıdaki insanlar ekmek yağmuruna tutuluyorlar. Anladığımız kadarıyla ne kadar simit toplanırsa o kadar kutsal, ulvi şeyler oluyor. Ayrıntıyı bilmiyorum. Ama insanların eğlendiği ve çok mutlu olduğu kesin. Bizler de kısa sürede bu insanların mutluluğuna ortak oluyoruz. Kocaman bagajlı bisikletlerimizle kalabalığa karışıyoruz, ekmek toplamaya çalışıyoruz. Halk çok sempatik, bize çok ilgi gösterdiler. Bir daha İspanya’ya gelirsem festival olsun olmasın o güzel anıları yerinde hatırlayabilmek adına Olula Del Rio’ya gelmeye çalışacağım. Bir diğer mekan ise Sitges kasabası…
Festival sayesinde 2 günlük ekmek topladık. Kilisenin bahçesinde oturup topladığımız ekmekler ile konserve yiyeceklerimizi yiyoruz. Öğle yemeği buraya kısmetmiş. Üç tane kız çocuğu belli ki bizimle konuşmak istiyor. Bir süre sonra muhabbet açılıyor zaten. Gürkan’da fırsat bu fırsat ses kayıt cihazını çıkarıp ufak bir röportaj yapıyor. Benim de merak ettiğim bir soru açıklığa kavuşuyor. Yahu belirli bir yaş aralığında hiç genç insan göremedik. Liseden sonra gençlerin çok büyük kısmı üniversite okumak ya da çalışmak için büyük şehirlere taşınıyorlarmış…
Hava kararmadan yola devam ediyoruz. Bir sonraki kasabadan sonra yönümüzü dağlara çeviriyoruz. Dağların arkası Tabernas Çölü… Bugün dağları aşabilmemizin imkanı yok. Kamp yeri arıyoruz. Toprak bir yola girip kamp yeri bakıyoruz. Gürkan kel bir arazi beğeniyor. Manzara güzel. Gece güzel uzun pozlama çalışırız diyor. Ama rüzgar o biçim… Benim çadır dayanmaz ama hadi neyse… Yahu karşı dağlarda rüzgar elektrik santralleri var. Ve arkaları bize dönük… Demekki düzenli olarak rüzgar alacağız. Gürkan’ın 5 mevsim cadırını rüzgarın geliş yönüne göre öne kuruyoruz. Arkasına benimkini… Fakat benim çadır daha yüksek… Ne kadar gerdirsek de benim çadır gece boyu bayrak gibi sallandı. Uykusuz bir geceydi anlayacağınız.
Sabah tulumdan çıkmak istemedim. Fena soğuk, üstüne rüzgar… Elimde uzun kollu, sıcak tutacak ne varsa kat kat giyindim. Funda da benden farksızdı :) Fakat Gürkan manyağı altta şort gömleğin kollarının katları açılmış bu şekilde ortalıkta tiril tiril dolanıyor. Yeminle kansız bu herif. Kuzeyde her ne yaptıysa bu hava pek dokunmuyor ona :)
Uzun uzun tırmandık… Sabah yediğimiz müsli öğlen olmadan midemizden buharlaştı bile… Acıkınca bisiklet sürmek benim için tam bir işkence olur, hele hele yokuş çıkıyorsak… Yokuşlar bitmek bilmedi bir türlü hele bir yerde eğim o kadar çok arttı ki bisikletten inmeyi bile düşündüm fakat canavarlığa leke sürdürmemek için inatla bisiklet üzerinde çıktım :) Gürkan tempoyu tutup arayı açmıştı. Genelde Gürkan önce tempo yapar ben bir süre sonra tempoyu arttırır yetişirdim. Malum motor geç ısınıyor :) Funda haliyle arkada kendi hızında yavaş yavaş geliyor. Fakat bu sefer arayı kapatamadım, bununla birlikte açlığın etkisiyle gücüm giderek düşüyordu. İleride yol ayrımında Gürkan’ı gördüm. Yanında, beni yaklaşık 5 dk önce geçen otomobilin yolcuları vardı. Heyecanla ”kurdu gördünüz mü?” diye soruyor. Yok ben görmedim, görecek de mecalim yoktu doğrusu… Tahminimizden çok önce Funda görünüyor ufukta. O yolun yukarısından aşağısına bir hışımla atlayıp, ortadan kaybolan bir hayvan görmüş fakat ne olduğunu kestirememiş.
Etrafta karlar var :) Yol ayrımından sola dönüp tırmanmaya devam edeceğiz fakat cidden çok acıktım bir şeyler yemem lazım. Yol ayrımında bir baraka vardı. Tencere setimi çıkarıp etraftan demliğe kar doldurup, kar suyu ile çay yapıyorum. Yanında, yanımızda hazır yiyecek ne varsa…
Burada bir güzel dinlendikten sonra yolun geri kalanını tırmanmak o kadar zor olmadı. Zirveye geldiğimizde bir geçit daha aştığımızı fark ediyoruz. Venta Luisa Geçidi 1970 m. İniş için rüzgar geçirmez ceket eldiven v.s. ne varsa giyiyorum tekrar. Göğüs kamerası ile de çekime başlıyorum ve inişe geçiyoruz. Zevkli ve uzun bir inişti.. Bir kaç kere manzara fotoğrafı çekmek için duruyoruz. Gördüğümüz alan alabildiğine Tabernas Çölü…
Güvenliği çok fazla elden bırakmadan hızlı bir şekilde iniyoruz. Büyük bir kavşağa geliyoruz. Kavşağın büyük bağlantıları bizi otoyola çıkarıyor. Fakat biz otoyolu kullanmayacağız. Bir kaç denemeden sonra otoyola paralel giden bir yol buluyoruz. Gittiğimiz yol asfalt fakat bu yolun uzun süredir kullanılmadığı asfalt üzerindeki çatlaklardan çıkan otlardan belli… Muhtemelen otoyol yapılmadan evvel bu yol kullanılıyordu. Gittiğimiz yolda eğimler biraz fazla… Gerek iniş gerek çıkışlar fazlasıyla dik. İnerken frenleri bıraktığımızda bisiklet aşırı şekilde süratlenebiliyor. Fakat gittiğimiz yol uzun süre bakımdan geçmediği için önümüze çıkabilecek sürprizler nedeni ile inişleri elimizden geldiğince kontrollü bir şekilde yapıyoruz. İnişte hızlanamadığımız için hemen ardından gelen yine fazla eğimli çıkışlar bizi epey zorladı…
Güneş batmak üzere. Kamp yeri bulsak iyi olacak. Otoyol solumuzda kalıyor. Sağa sapan toprak yan yola girip kapm için uygun alan bakıyoruz. Daha 300 m kadar gitmiştik ki eski bir barakanın yanını gözümüze kestiriyoruz. Evet otoyoldan da görünmüyor burası gayet iyi… Çöldeki ilk kamp deneyimim :) Tamam burada çok da çöl şartlarını görebildiğimiz söylenemez fakat alan itibari ile çöldeyiz. Gürkan çadırı kurduktan sonra bulunduğumuz zeminin çok sayıda ufak dikenlerle kaplı olduğunu farketti. Şişme matlar için bu tip ufak dikenler çok büyük sorun. Mat üzerindeki onlarca ufak deliği onarmak çok zor ve hatta bazen imkansız olabiliyor… Benim böyle bir sorunum yok, halen patlak şişme matta yatıyorum :)
Güneş batmaya yakın bulutlarda çok güzel bir kızıllık oluşuyor. Bu güzel ambianstan faydalanıp biraz fotoğraf çekiyorum. Normalde zaten alışkanlık edinmiştim bu turda bu edindiğim alışkanlığa daha da dikkat etmeye başladım… Ayakkabı ve ve mümkünse çantaları çadır içine almaya özen gösteriyoruz. An itibari ile gözümüze bir şey ilişmeyebilir fakat gece ayakkabımızı ya da çantamızı bir böcek ya da ufak bir hayvan sığınak olarak kullanabilir. Sabah uyandığımızda her iki taraf için de tatsız bir etkileşim yaşanmaması için ayakkabı ve çantaları çadır içine almakta fayda var. Dün geceden kalan uykusuzluğumun acısını bu gece çok fena çıkartıyorum. Çöl sessiz haliyle, sadece otoyoldan geçen araçların tek tük sesi geliyor fakat kısa sürede bende dünya ile tüm iletişimler kopup deliksiz bir uyku çekiyorum…
Sabah erkenden uyanıyoruz, eşyalarımızı topluyoruz. Gürkan’ın uyarısı üzerine çadırı yerinden kaldırırken daha itinalı davranıyorum. Çadır altına yılan, akrep v.b. canlılar girmiş olabilir… Neyse ki birşey çıkmıyor :) Geldiğimiz yoldan geri dönüp yan yoldan devam ediyoruz. Daha 8 km ancak gidebilmiştik ki yol bitiyor. Otoyol güzergahı eski yolu kesince haliyle eski yol kesintiye uğramış. Önümüzde kocaman telden bir duvar ve inebileceğimizden daha yüksek bir kot farkı bulunuyor… Geri dönüyoruz otoyolun altından geçen bir su tahliye kanalı var. Bisikletler elimizde geçebilecek kadar büyük. Amacımız bu kanaldan otoyolun diğer tarafındaki yola bağlanmak. Fakat tünel karanlık ve içeride ne olabileceğini bilmiyoruz. Önce bisikletsiz bir tünel keşfi yapıyoruz. Kafada fener tünele giriyoruz. Tünelin tam ortasında tüneli ikiye böle metal bir levha olduğunu fark ediyoruz. Tünelden geçilmemesi için özellikle yapılmış anlaşılan. Şansımızı daha fazla zorlamadan tünelden çıkıyoruz.
Şimdi geldiğimiz onca yolu geri dönmeden önce son bir alternatifimiz daha var. Otoyola çıkmak en son isteyeceğimiz şeydi… Yol bitimine yakın otoyola çıkan bir yarık görmüştüm. Yağmur sularının oluşturduğu bir yarık. Tellerin altında epey bir boşluk oluşturmuştu. Biraz zorlarsak tellerin altından geçip otoyoldan yolumuza devam edebilirdik. Bu yarığa yakından keşfettiğimizde bizden önce birileri bu yarığın olduğu yerdeki tellerin bir kısmını keserek geçişi kolaylaştıracak şekle getirdiğini görüyoruz. Yani bizim geldiğimiz yan yolu kullanıp bizim gibi geri dönmek istemeyen başka kimselerde olmuş :) Önce tüm çantaları söküyoruz. Ben telin hemen diğer tarafına geçiyorum. Funda Gürkan’a, Gürkan’da bana bisikletleri ve çantaları sırayla vererek tüm eşyalarımızı telin diğer tarafına geçiriyoruz. Sonra tüm yüklerimizi bisiklete yeniden takıp yola çıkıyoruz. Bu yolda bisiklet sürmek resmi olarak yasak, zaten tehlikeli. Bir polis aracına rastlamadan hızlıca yol alıyoruz. Daha 500 m gitmemişken sağ tarafta bir benzin istasyonu görüyoruz karşı yola geçmek için de bir üst geçit var. Süper !
Benzin istasyonundan kahvaltılık bir şeyler alıyoruz. Benzin istasyonlarında su ve pek çok yiyecek normale nazaran pahallı… Örneğin 0.5 L su 1 euro… Burada sabah kahvaltımızı yaptıktan sonra yolun karşı tarafına geçiyoruz. Daha öncesinden bilgisini almıştık. Tabernas Çölü’nün bir yerlerinde Mini Hollywood varmış. Zamanında pek çok western filmi burada çekilmiş. Amerika’ya gidip yerinde film çekmektense benzer bir ortamda daha ekonomik imkanlarla film çekmek daha cazip gelmiş film yapımcılarına… Burada bir kaç stüdyo varmış. Bunlar nerede? diye düşünürken karşımıza çıkıyorlar… Bir levhanın peşinden gidiyoruz bu stüdyolardan birini görmeye… Haliyle bu stüdyolar artık turistik birer mekan olmuş durumda… Giriş ücreti bana ve Funda’ya biraz pahallı geliyor. Kendime söz veriyorum daha geniş bir zamanda buraya tekrar geleceğim. Etti üç… Sitges, Olula Del Rio, Tabernas film stüdyoları…
Gürkan’a benim kask kamerasını veriyorum. Benim için de çekim yapsın diye. Gürkan ücreti ödeyip içeri giriyor… Bir süre girişte Funda ile beraber bisikletleri beklerken farklı bir fikir geliyor aklıma. Boş boş beklemek olmaz :) Stüdyonun hemen yanında ufak bir tepe var… Eee bizim kültürde de ”Beleş Tepe” diye bir olay var :) Dürbünümü ve fotoğraf makinemi yanıma alıp tepeye tırmanıyorum. Western stüdyosunu yukarıdan dürbünle dikizliyorum. Yahu içeride ne var ne yok merak ediyorum ne yapayım? :) Hmm kasabanın meydanı, şerifin ofisi, berber, şurada su deposu var, işte salooon :) Eminim içeride dolaşmak o western atmosferini daha gerçekçi yaşatacaktır. Bir kendimi apaçiler gibi hissettim. Hayır bizim dilimize yerleşmiş mana da değil, bildiğin gerçek apaçiler, siyular, kızılderililer işte :) Kasabayı tepeden gözetliyorum falan :)
Gürkan stüdyo gezintisini bitirince Almeria’ya doğru uzun bir inişe geçiyoruz. Alt tarafı 300 m rakımdayız fakat deniz seviyesine doğru öyle kararlı bir alçalma var ki hiç pedal çevirmeden kararınca bir hızda uzun süre yol alabildik. Eminim ki Tabernas Çölü’nün içinde sayısız arazi rotası var. Kim bilir bir gün bu yolları da keşfe gelirim…
Almeria’dan Fas’a feribot seferlerinin olduğunu duymuştuk. Eğer doğru ise direk Fas’a geçeceğiz. Funda’nın uçak tarihi iyice yaklaştı. İspanya’da devam etsek Funda’nın tek başına Fas’a girmesi, ardından otobüs ile Kazablanka’ya varması büyük sıkıntı olacak… Funda ile uçak tarihi gelene kadar Fas içinde pedallayıp sonra otobüs ile Kazablanka’ya göndereceğiz… Şansımıza feribot seferi var hem de bu akşam… Bu güzel… Hostel aramamıza gerek yok… Geceyi feribotta geçirmiş olacağız… Feribot iskelesine gidip bilet bakıyoruz. Gişedeki kadının ingilizcesi gayet düzgün. Pek çok alternatif var, hepsini birer birer açıklıyor. Yataklı bir kamara almaya karar veriyoruz. Kamaralar 4 kişilik. Hatta bizim kamaraya yabancı gelmesin diye b yatağı da satın alacağız. Fakat gişedeki ablamız sonradan uyanıyor 3. kişi bir bayan :) Olmaz diyor. Evlilik haricinde bayan-erkek aynı kamarada kalamazmış. Hobaaa. Yahu halen İspanya’dayız. Karşı tarafa geçtiğimizde halen İspanya karaparçasında olacağız. Yapacak bir şey yok… Bu bağlamda Gürkan ve ben bir kamarada, Funda başka bir kamarada kalacak… Bu arada bilet fiyatı yaklaşık 30-40 € civarındaydı. Biz daha pahallı bekliyorduk…
Biletler tamam ! Şimdi kenti dolaşabiliriz. Bir, iki tur atıyoruz. Karnımız acıktı mc donalds bulup oturuyoruz. Öyle her yere oturamıyoruz maalesef. 3 yüklü bisiklet neredeyse bir araba kadar yer kaplıyor. Dışarıya bırakıp içeri girmeye de cesaret edemiyoruz. Mecbur dışarıda masası olan bir işletme bulmak bizim için önemli. Menülerimizi alıp karınları doyuruyoruz. İlginç bir şekilde internet yok ! O zaman interneti olan bir işletme bulup kahve içeceğiz. Ufak bir işletmeyi gözümüze kestiriyoruz. Prizi bol olan bir köşeyi kelimenin tam anlamıyla gasp ediyoruz. Bilgisayarlar açılıyor, tüm elektronik aletler şarja koyuluyor… Telefon bozuk olduğu için akşamdan akşama Gürkan’ın telefonundan girdiğim kısa süreli internetler hariç hiç internete girmedim. Neler olmuş neler bitmiş dünyada geri sarıyorum…
Saatimiz yaklaştı, yavaş yavaş iskelete doğru yöneliyoruz. Bekleme salonuna geçiyoruz. Salon yavaş yavaş insan kaynamaya başlıyor. İskelede hem ispanyolca hem de arapça yazılı levhalar var. Sanırım artık yavaş yavaş Fas havasına girme vaktimiz geldi. Ortalık kalabalıklaştıkça bizim gözümüzde bir kaos ortamı şekilleniyor. Kapılar açılınca otomobillerin bekledikleri bölüme geçiyoruz. Bir sürü eski model mercedes taksi. Çoğu dökülüyor. Araçlar ağzına kadar eşya dolu ! Sıranın en önüne geçiyoruz. Kapı açılınca diğer araçlar bizi ezecekmiş gibi var gücümüzle pedallara asılıp feribota biniyoruz. Feribotta bize gösterilen yerlere bisikletlerimizi kilitleyip, bisikletimizin üzerindeki tüm çanta ve aksesuarları çıkartıp kamaraların olduğu kata çıkıyoruz. Funda ile kamaralarımız o kadar uzak değil. En azından haberleşebileceğiz. Kamaramız oldukça eski ve sade :) Bir süre sonra odamıza iki faslı erkek geliyor. Çok geçmeden muhabbete başlıyoruz. İspanya’da işçilik yapıyorlar. Sağolsunlar onlar sayesinde Fas hakkında önemli bilgiler aldık.
Feribot bir miktar yol alınca sallantıyı hissetmeye başladım. Abovvv o nasıl birşeydir ! Yavaş ve güçlü bir sallanma desem tam neler hissettiğimi anlatabilir miyim bilmiyorum…
-Gürkan benim midem bulanıyor lan…
-Olm daha önce hiç feribota binmedin mi?
-Ufku göremediğim kapalı bir alanda hiç deniz yolculuğu yapmadım.
-Yat uyu o zaman geçer…
Hakkatende öyle oldu. Zaten yorgundum bir kaç dakika içinde uykuya dalmışım bile… Gece 3 gibi gözlerimi açıyorum. Yan yatakta Gürkan’ın ışığı açık. Bilgisayarı açmış yazı yazıyor manyak… Hani bu adam dünyayı geziyor ya. Hep tatilde diye düşünürüz. Yok arkadaş uyumak dışında hep çalışıyor. Gece yarısı bile çalışıyor ! Yazısını bitiremediği ülkeleri yazıyor geceleri. Bu duruma pek çok kere şahit oldum. Ne zaman gözümü açsam bu adam yazı yazıyor !
Sabah oldu feribot Afrika kıtasına yanaştı. Bir koşturmaca bisikletlerimizin başına geçiyoruz. Bir an önce şu iskele ve kaos ortamından kurtulma niyetindeyiz… İskele çıkışında bir memur Gürkan’ın bisikletinde dalgalanan Türk Bayrağı’nı göstererek ”burası İspanya, Türkiye değil !” diyor. Gürkan sadece ters bir bakış atıp yola devam ediyor. Burada oturup adama o bayrağın neden dalgalandığını anlatmak pek yersiz ve riskli olacaktı…
Sabahın çok erken saalerinde Melila kentine ayak bastığımız için kent merkezinde in cin top oynuyor… Melila, İspanya’nun Afrika kıtasındaki şehirlerinden birisi… Biz de buralarda fazla takılmadan sınırı arıyoruz. Haritada deniz kenarında yakın Fas kapısına doğru ilerliyoruz. Yolda karşılaştığımız birine soruyoruz. Hayır o kapı turistlere açık değil. Daha iç tarafta olan diğer kapıya yönelmeliyiz. Bazen ara sokaklara falan dalıyoruz. Burada çehre hemen değişiyor… Evet Fas’lı insanları görüyoruz. Açıkçası ufaktan da tedirgin oluyorum. Sakallı bir insan grubunun içinden tiril tiril geçerken içlerinden birisi ”karrrdeşşş” dediğine eminiz. İlginç ! Du bakalım… Yolda Melila’yı tepeden gören bir noktaya çıkıp kahvaltı yapıyoruz. Sınır kapısına ilerlerken yol üzerinde sağlı sollu büyük siteler dikkatimi çekiyor. Etrafı yüksek duvarlarla çevrili. Duvarların üzerinde dikenli teller var. Sitenin bir giriş kapısı/yolu var sormayın. Ben bu sahneyi Lübnan’da yaşamıştım. Koca koca apartmanlar ve çevreleri aynı şekilde duvarlar ve teller ile çevrili. O zaman kendime şunu söylemiştim. Güvenliği tam olan, kendimi güvende hissetmediğim bir yerde yaşamaktansa güvenli bir ortamda yaşamayı yeğlerim… Anlaşılan burada sınır kapısında görev yapan İspanya vatandaşlarının evleri bunlar. Buralarda bir şeyler ters sanki. İnsanlar pek mutlu değil.
Sınıra geliyoruz ayrı bir kaos ortamı. Gözümüz bisikletlerimizin üzerinde, etraf para isteyen çocuklarla dolu. Her an el çabukluğu ile bisikletlerimizin üzerinden bir şeyler eksilebilir… Sınır kapısında pembe bir kağıt satmaya çalışan insanlar var. Şu feribot gişesindeki ablanın bize verdiği kağıtlardan. Neyse ki bu tongaya düşmeden işlemlerimizi yaptırıyoruz. Gürkan’ın işlemleri biraz uzun sürüyor. Daha doğrusu sınır kapısında işlemleri yapan memur muhtemelen hayatında bu kadar çok ülke giriş-çıkışı yapan, sayfaları vizelerle dolu başka bir pasaport görmemiştir. Gürkan’ı soru yağmuruna tutuyorlar. Neyse ki sorun çıkmadan her iki kapıdan da geçiyoruz.
Bu arada bir ayrıntı dikkatimi çekti. Bir kaç yol bisikletçisi bu sınır kapılarından selam vererek geçip Fas topraklarında yollarına devam ediyorlardı. Komik bir durum. Hadi beyler bir Fas turu yapıp gelelim :)
Sınır kapısından geçtik ve yine aynı duygu. Dil değişti, para birimi değişti, insanlar değişti, yapılar değişti…
Ve böylelikle seyahatimin İspanya bölümünü bitirmiş bulunuyorum. Fas’ta görüşmek üzere ;)
Son Yorumlar