İspanya-Fas Bisiklet Turu Bölüm 3

Bugün düne nazaran daha rahat bir uyku çektik. Yine erkenden ayaklandık. Hava aydınlanmaya başlarken çadırları toplayıp müsli ile kahvaltı faslına geçmiştik bile… Dün ”burada milletin işi ne rahat rahat kamp atarız” demiştim Gürkan’a. O da ”sabah saatlerinde millet köpeğini dolaştıyor olabilir buralarda” demişti. Tecrübe konuşuyor tabii, aynen hava aydınlandığında millet köpeğini dolaştırmaya çıkmıştı :) Bir kaç kişiye selam verip yola çıkıyoruz.

Bu arada gece Funda önemli bir şey fark etti… Telefonu yok ! Ufak bir geriye dönük hafıza kontrolü ile telefonu, dün öğlen yemek yediğimiz işletmede şarjda unuttuğunu hatırlıyor. Akşam bu olay üzerine bir kaç farklı plan yapmıştık. Duruma göre planlardan birisini devreye sokacağız. Önce sabah telefonu çaldırıyoruz işletme sahibi telefona bakıyor ve artık eminiz telefon işletmede… Adama telefonu şuraya postala demeye çalışıyoruz fakat dün amcamız yumurtayı anlatamadı bunu nasıl anlayacak? En yakın tren istasyonuna gidip seferlere bakıyoruz. Tek seferde işletmeye yakın olan istasyona giden bir tren yok aktarma yapmak gerek… Ayrıca bisikletle yarım günde aldığımız bir mesafe için (yaklaşık 40 km falan) tren ile ulaşım epey pahallı. Sanırım 50 TL gibi bir bilet ücreti çıkmıştı. Dün yemek yediğimiz yerde Fernando’nun bisikletinin fotoğrafını çekmiştim. Telefonda çekilen fotoğrafları coğrafi etiketleme özelliği aktif olduğundan yemek yediğimiz işletmenin tam konumunu biliyoruz. Gürkan işleri daha hızlı halledebileceğini söyleyerek Funda’nın telefonunu almaya gidiyor. Funda ile ben tren istasyonuna yakın bir kafeye oturuyoruz. Moraller biraz bozuk fakat farklı bir deneyim olacak…

Ha neredeyiz? Salou’da… Ufak bir kasaba diyeceğim fakat kime göre neye göre ufak? Ufak mı ondan da emin değilim. Sınırı nerede başlar nerede biter bilmiyorum. Tüm algılarım birbirine geçmiş durumda. Ama şunu biliyorum bizdeki gibi küçük yerleşim yeri=az gelişmişlik gibi bir denklem yok burada. Hatta küçük yerleşim yerleri çok daha yaşanılası duruyor…

Gürkan’ın bu kısımdaki anıları farklı elbet. Öğleden sonraya kadar uzunca bir süre kafe içinde ve çevresinde insanları gözlemledim, internete girdim… Öncelikle burada kafe tarzı işletmelerde minimum insan çalışıyor. Vardiyalı bir çalışma sistemi var. Kafede bulunduğumuz süre zarfında sürekli gülümseyen, pozitif enerji manyağı orta yaşlarda bir abla ilgilendi bizimle. Şimdi bu abla kasaya bakıyor, içecek-yiyecek işlerine bakıyor, servis yapıyor ve etrafı temizliyor. Ve tüm bu işleri yaparken koşturmuyor ! Hayır kafe de öyle boş değil sürekli gelip giden var. Tabii kimsenin bir acelesi yok kahve yarım saatte gelmiş kimin umurunda? İnsanlar sohbet ediyor. Biz de nasıl? Daha masaya oturur oturmaz ”buyurun efendim ne arzu etmiştiniz?” ha tabii tam tersi de oluyor bazen. Eğer yoğun bir saatse garsonu yakalayabilene aşk olsun :) Neyse bir başka önemli husus da siz çağırana kadar kimse ne sipariş edeceğinizi sormuyor… Yani bir kahve içip tüm günü mekanda öldürebilirsiniz. Hemen karşımızda çocuk parkı var. Oyun oynuyorlar. Yaş grubu epey geniş :) Çocuğuyla çocuk olmayı başarıp parkta oynayan ebeveyinleri görmek çok olağan bir durum.

 

Öğleden sonra Gürkan telefonla beraber geri döndü. Tekrardan yola koyulduk. Çok bir mesafe gidemeyeceğiz bugün. En azından güzel bir kamp yeri bulalım. Yine güzel bir sahil beldesinde arada kalmış genişçe bir çimenlik araziyi kamp için gözümüze kestiriyoruz. Havanın kararmasına zaman var. Gürkan denize girip çıkıyor. Funda ile ben denize nazır bir bankta oturup bir şeyler atıştırıyoruz. Amacımız havanın kararmasını beklemek ve kamp atmak… Sahilde çok az insan var. Patenli iki genç kız geçiyor. Gürkan civarda görülesi tarihi eser olup olmadığını soruyor. Tarragona? Geçtik oradan bu yönde? Eeee Peniscola var. Ney? Peniscola !  :)))) Peki :)

Güzel bir ağacın altına kamp atıyoruz kimselere gözükmeden. Gürkan’ın ocağı oyun bozanlık yapıyor. Bir sıkıntısı var anlaşılan… Uğraşmadan benim alkol ocağı giriyor hemen devreye… Sonradan Gürkan’ın benzin ocağının sıkıntısının pompadan kaynaklandığını anlıyoruz. Gürkan farklı çözümler deniyor fakat sonuç olumsuz. Fas/Kazablanka’ya pompa sipariş ediyor. Yol üzerinde bulursa yine alacak ama çok enteresandır İspanya’dan çıkana kadar gördüğümüz outdoor mağazalarının hiçbirinde msr ocak da bulamadık yedek parçasını da… Bu da demek oluyor ki Trangia alkol ocağı uzun süre daha bizi doyuracak…

 

Ertesi sabah gün ağarırken uyanıp yola koyuluyoruz. Yavaştan sabah çadır toplama ve kahvaltı işi bir sisteme biniyor zamanla…  İki günden  beri yerleşim yerlerinden kopamamıştık. Biri bitiyor diğeri başlıyordu. Hatta yeni bir yerleşime geçtiğimizi fark etmediğim çok olmuştur. Neyse ki şimdi bugün farklı bir alana giriyoruz. Sanki Sasalı kuş cennetinde pedallıyorum. Her taraf sazlık, kanallar var etrafta, yer yer tarım arazileri, kuş gözlem alanları, toprak yollar… Epey keyifli bir yoldu. Ana yollara çıkmamak için inat edercesine ne kadar tali yol alternatifimiz varsa kullanıyoruz. Bir kanal kenarı yol bulursak kaptırıyoruz gittiği yere kadar. Yeter ki aşağı doğru insin…

Yol kenarlarına bırakılmış, asılmış çiçekler görüyorum.

-Gürkan bunlar ne?

-Sen çöz.

Hmm tamamdır. O noktada trafik kazasında ölen yakınları için bırakılıyor çiçekler. Hem anıları yaşatmak için hem de oradan geçen diğer insanlara ufak bir hatırlatma. Bak arkadaş burada trafik kazasında bir insan kaybettik, dikkatli ol seni de kaybetmeyelim !

Kamp atmadan evvel ufak bir alış-veriş yapmak için market arıyoruz. Kapalı… Süper market. Kapalı… Dolaşıyoruz dolaşıyoruz yok ! Haaa bugün günlerden pazar. Pazar günü tatil evet fakat bu kadar iyi uygulandığını bilmiyordum. Zar zor açık bir market bulup atıştırmalık ve kampta pişirmelik yiyeccek alıyoruz.  Aman diyeyim bu coğrafyada pazar gününe market işi bırakmayın. Su almak isteseniz su alacak dükkan bile bulamazsınız :) Bence eczane gibi marketlerin de nöbetçisi olmalı. Uygulamayı çok sevdim her insanın tatil hakkı. Fakat uygulamadan bi haber olan benim gibi yabancıların telef olma ihtimali çok yüksek :)

 

Akşama doğru yine bir yazlık beldenin hemen yanındaki geniş gezinti alanını kendimize kamp alanı olarak belirliyoruz. Denizden yaklaşık 30-49 m kadar yüksekteyiz. Ufak bir uçurum ve ardından kumsal ve deniz.  Haliyle manzara da o biçim.

-Gürkan hadi bu gece erken yatmak yok uzun pozlama çalışacağız.

-Çok iyi olur la ben de ne zamandır bu yeni makinanın ayarlarını kurcalamamıştım.

-İyi madem çıkar tripodu…

Uzun pozlama alıştırması yapıyoruz. Fena fotoğraflar çıkmadı. İyice yorulduk çadırlara girip uyuyoruz. Gece büyük bir patlama sesi ile gözlerimi açıyorum. Patlama o kadar şiddetli ki ses yankılanıyor… Çadırdan kafamı çıkardım arka tarafımdaki makiliğe baktım çok ileride bir ateş var ama seçemiyorum. Gözlerimi ovuşturdum biraz daha dikkatli baktım yok olacak gibi değil miyopluk başa bela arkadaş. Gidon çantasından dürbünümü çıkardım sanırsam bir araç yanıyor. Biraz sonra siren sesleri duyduk itfaiye, ambulans falan gelmiş olmalı… Gece sağlam bir yağmur sesi ve gök görültüsü ile uyanıyorum. Çadırı germemiştim. ”Amaan bişey olmaz ıslanacak değilim ya!” diyerek uyumaya devam ediyorum… Sabah kalktığımda sevimsiz bir manzara ile karşılaşıyorum. Çadır su almış ve sadece ufak bir yerinde su göllenmiş. Gece salak gibi çadırı germemekle kalmayıp cep telefonumu da başucuma koymuştum… Suyun göllendiği yer tam telefon ve gidon çantamın bulunduğu yer. Telefon tamamen suyun içindeydi.  Şimdi ilk iş bataryayı çıkartıp telefonu bir güzel kurutmak olmalıydı fakat bu meretin bataryası çıkmıyor ! Güç butonuna basıyorum ekran açılıyor hop ”pil bitti” uyarısı verip kapanıyor ve bir daha da açılmıyor… Gidon çantası su almadığı için içinde bulunan dslr fotoğraf makinesi tamamen güvende… Haydaa olduk mu telefondan….

Telefon yok nelerden mahrum kaldık? Anlık olarak internet bağlantısı yok. Telefonun internet bağlantısı üzerinden çalışan, anlık olarak paylaşım yapmama imkan tanıyan pek çok özellikten mahrum kalacağım. GoPro uzaktan kumanda özelliği artık iptal… Anlık olarak internetten araştırma yapamayacağım… Navigasyon anlamında sadece gps cihazına bağlıyım artık. Uydu görüntülerinden faydalanamayacağım. Kompakt fotoğraf makinası olarak kullanıyordum artık o da yok… Yok yok yok. Fakat aklıma gelmeyen ve en önemli olan özellik artık internet bankacılığım yok ! Yanımda netbook var fakat güvenlik amaçlı şifre üreten bir cihazım olmadığı için sms şifre hizmetinden faydalanmam gerek. E telefon yok ve yurt dışındayım. Ayrıca sms için Türkiye’de kullandığım hattı takmam lazım ve kim bilir nasıl ücretlendirme olacak… Kısaca turun 4. gününden itibaren radarları iptal olmuş kör uçuş yapan bir uçak gibi banka hesaplarımdan bir haber turuma devam edeceğim. Kullandığım bankanın bir şubesinde çalışan arkadaşım Ayça, sağolsun ara ara hesabımdaki para durumlarından beni ara ara bilgilendiriyordu…

Bende moral iyice sıfırlanmış vaziyette yola çıkıyoruz. Kahve içmek için durduğumuz işletmenin tuvaletinde telefonu el kurutma makinasında dakikalarca kurutuyorum, sonra şarja takıyorum ama fayda etmiyor. Hava da böyle yağdı yağacak, kasvetli tuz biber oluyor üzerine…  Yağmurlukları giyiyoruz. Hani yağacak ama biraz yağıyor, sonra kesiliyor. E biz yağmurlukların içinde terliyoruz… Neyse bir süre sonra havalandırma olayını da çözünce sorun kalmadı…

Süper markete girip ufaktan alış-veriş yapıyoruz. Poşet temini ile alakalı ciddi sıkıntılarımız var :) Nasıl mı? Süper markete giriyorsunuz alış-veriş yaptınız ödüyorsunuz poşet alacaksanız 1€ daha :) Yani bizdeki gibi sakız al poşete koy elimde mi taşıyacağım olayı yok. Böylelikle gereksiz çöp olayı büyük ölçüde azaltılmış. Evet bu uygulama başlangıçta ne kadar hoşumuza gitse de daha sonra poşet ihtiyacımız olduğunda bizi epey sıkıntıya düşürdü… Ama bir poşeti o kadar uzun süre kullandığım başka zaman da olmamıştır :)

Yolda kalabalık yol bisikletli bir grup yakalıyor bizi. Antrenmana çıkmışlar. Bir süre Gürkan’la beraber grubun temposuna ayak uydurup beraber pedallıyoruz.  Bu kadar yükle beraber onlarla aynı hızda gittiğimizi görünce hep beraber epey eğleniyoruz.  Sonra Funda’nın çok geride kaldığını fark edince gruptan kopup Funda’yı bekliyoruz.

Tuvalet molası vermek için bir benzinliğe giriyoruz. Bir amca bizimle ilgileniyor nereden geldik nereye gidiyoruz v.s. Diyor böyle bisiklete binemezsiniz bekleyin. 3 tane reflektörlü yelek veriyor. İnce düşünce :)

Deniz’e paralel yol alarak Peniscola’ya varıyoruz. Önümüzde denizin içinde yarımada şeklinde ufak bir kayalık tepe üzerine kurulu tarihi-turistik alanı görüyoruz. Tepede bir kale var. Ocak ayı, hava yağmurlu kimsecikler yok haliyle :) Eminim yaz aylarında kıpır kıpır çok renkli bir yerdir buralar. Kale’ye çıkmadan deniz kenarında Alman karavancı çiftin yaptığı kumdan eseri uzun süre hayran hayran izliyoruz. Eserin hemen önünde bahşiş kutusu… Ne kadar mantıklı ! Sokak sanatını konuştur bahşiş topla seyahatine katkı yap. Lakin böyle bir eseri Türkiye’de bir başına ortalıkta bırak, dakikalar içinde bir sivri zekalı gelip de kumdan kaleyi bozmazsa bana da canavar demesinler !

Kalenin surlarından içeri giriyoruz. Taş yol giderek dikleşiyor. Yerler ıslak ve haliyle epey kaygan, ani bir harekette lastiklerin kayıp düşmemiz işten bile değil. Etrafı dolaşıyoruz boş boş. Dolaşıyoruz da sadece görüyoruz, anlamıyoruz ! Tarihi nedir? Kim yaptı? Neden yaptı? Neler oldu burada? Hoş şimdi wikipediadan baktım yine çok bir şey bulamadım. Her tarafta daracık sokaklar, taş yollar ve Bodrum’u andıran beyaza boyanmış evler var. Öğle yemeğini de burada yedikten sonra yola devam ediyoruz.

Peniscola’dan sonra deniz kenarından dağlar yükseliyor. Yol ise iç kesime doğru girmek zorunda kalıyor. Hafiften tırmanmaya başlıyoruz. Turun ilk tırmanışları diyebilirim. Şehirden çıkarken Gürkan bizi bir yapının yakına götürüyor.

-Gürkan niye geldik buraya?
-İçeri gir, her zaman bu tip mezarlık göremezsin…

Haa burası mezarlıkmış… E tabii bizdeki mezarlık anlayışından farklı buradaki… Kat kat mezarlar. Haliyle insanların bedeni yakıldıktan sonra bu mezarlara konuluyor olmalı. Karı-koca aynı mezarı paylaşan var, çocuğu ile aynı mezarda bulunan var, aile olarak aynı mezarda bulunan var… Ölen kişilerin fotoğrafları da mezar taşında yer alıyor.

Şimdi baktım da aslında deniz kenarından giden güzel bir toprak yok varmış. Doğal plajlar falan… Kesinlikle tercih edilesi bir yol. Bunu da buraya not düşeyim.

 

Kıyıdan yaklaşık 5 km kadar uzaklaşıp ana yol ile paralel devam eden tali yoldan devam ediyoruz. Ufak bir kasabanın içinden geçip anayolun solundaki daha az kullanılan bir yola sapıyoruz. Zeytin bahçeleri arasında ilerliyoruz. Yolun bazı bölümleri yağmurdan dolayı fazla bozulmuş ama genel itibari ile sağlam. Ayrıca farkında olmadan bir bisiklet parkuruna girmişiz ne güzel :)

Etraf kamp atmak için oldukça müsait fakat yeterli suyumuz yok.  Su almak için en yakın kasabaya yöneliyoruz. Kasabanın içinde heybetli bir yapı var. Nedir ne değildir bakmak için merkeze doğru ilerliyoruz. Kocaman bir kilise. Kapalı… Olsun dışındaki heykeller ve sayısız ayrıntılar bile incelemeye değer.  Kilisenin üst taraflarını daha detaylı inceleyebilmek için dürbünümü çıkarıyorum. Tam zirvedeki heykel beni benden alıyor. Roma Lejyonlarına benzettiğim bir melek, ayağının altındaki şeytana son kılıç darbesini indirirken resmedilmiş. Oldukça etkileyiciydi… Araştırmak isteyenler için kilisenin adı ”Alcala de Xivert”

Suyumuzu alıp tekrardan çıktığımız ara yola geri giriyoruz. Hava kararmadan güzel bir portakal bahçesini gözümüze kestiriyoruz. Ortam oldukça güvenli. Rahat rahat uyuyabiliriz burada. Menüde makarna var demeye gerek yok herhalde :) Yalnız makarna konusunda epey lüks takılıyoruz. Sossuz makarna yemiyoruz kesinlikle. Artık mantar olur, zeytin olur, doğranmış domates olur canımız ne isterse !

Peniscola ile kamp attığımız yer arası geldiğimiz yol güzel bir yoldu… Deniz kenarında ki yol da çok güzel. Artık tercih sizin :)

Ertesi gün sabahtan çadırları topluyoruz. Çadırlar nemli fakat hava açık. Akşama kuruturuz… Bagaja alabildiğim kadar portakal alıyorum. Süper tatlılar. Kış günü su içmek yerine bol bol soğuk portakal yemek çok daha keyifli oluyor. Ara yollarda bisiklet sürmeye devam ediyoruz fakat düz bir hat izlemek iyice zorlaşınca ana yola çıkıyoruz. Artık yerleşim yerleri eskisi gibi sık değil. Artık kırsal arazileri görebiliyoruz.

Bazı sivri tepelerin üzerinde kule-kale benzeri yapılar görüyoruz. Dürbünle daha ayrıntılı bakıyorum. Evet tarihi yapılar. Gidip bakmak gerek fakat nerden baksam yarım gün gider. Pek vaktimiz yok… Hatta gün sonuna doğru böyle bir yerde kamp yapmayı kararlaştırdık fakat tırmanmak yerine deniz kenarına kamp kurmak ağır bastı.

Gün içinde bir kaç kamyoncu lokantası görüyoruz. Gürkan buralarda yemeklerin ekonomik olabileceğini söylüyor. Yalnız saat daha erken pek aç değilim.

N340 karayolundayız. Aslında tura başladığımızdan beri bu ve buna benzer bir kaç yola paralel seyahat ediyorduk. Bundan sonra bu karayolunu daha çok kullanacağız. İspanya’dan ayrılacağımız limana kadar bu karayolundan epey istifade edeceğiz. Çok enteresandır yol zaman zaman çok işlek ve geniş bir hal alıyor ama bazen tek şerit gidiş tek şerit geliş olmak üzere daracık asfalt bir dağ yoluna dönüşebiliyor…

Bu arada gün içinde durup öyle çok oyalanacak vaktimiz olmuyor. Yemek vakti dışında çok görülesi bir yer olmadıkça bisiklet üzerindeyiz. Kısaca sebebini açıklayayım. Funda ve ben Barselona’ya birer gün arayla geliyoruz. Gürkan zaten yolda… Ben 3 ay boyunca Gürkan’la pedallayacağım ve 3 ayın sonunda nerede olabileceğimizi kestiremediğimiz için dönüş biletini almamıştım: Funda’nın izini 1 ay… Dönüş biletini alması gerek… 1 ay içerisinde Fas/Kazablanka’da olabileceğimizi öngörüyor ve Kazablanka Havaalanı’ndan dönüş biletini alıyor… Kazablanka’dan Funda’nın dönüş tarihini baz alan Ayşe ise Kazablanka’ya uçak bileti alıyor. Yani gerek Funda’yı uçağa yetirtirmek, gerek se Ayşe ile buluşabilmek için 1 ay içinde Kazablanka’da olmalıyız…  Barselona-Kazablanka arası minimum mesafe 1470 km. 30 güne böldüğümüzde makul bir rakam çıkıyor yalnız hergün yol alamayacağız. Bazen dinlenme ve temizlenme amaçlı bazen Gürkan’ın eski dostlarını ziyaret amaçlı (eee adam dünya insanı nereden tanışı çıkacağı hiç belli olmuyor) ve bazen de hesapta olmayan gelişmelerden ötürü yol almamamız gerekecek. Ortalama olarak bunları da hesaba kattığımızda bisiklet sürdüğümüz günlerde 70-90 km arası yol yapmamız lazım. Yani eğer bisiklet sırtındaysak ve bisiklete binebiliyorsak yol yapmalıyız. Bu yüzden turun bazı kısımları benim için epey sıkıcı geçti. En azından ön İspanya turu oldu diyebilirim :)

Akşamüstü yine deniz kenarına geçiyoruz. Oldukça güzel bir kıyı şeridi olan bir alana geliyoruz. Fakat kamp atacak yer yok gibi… Bir kaç noktayı gözümüze kestiriyoruz fakat kamp atıp atmama konusunda net karar veremedik. Bu esnada her halinden emekli olduğu anlaşılan amcamız köpeği ile beraber akşam gezmesine çıkmış. Bize yaklaşıyor İspanyolca muhabbete dalıyor. Beden dili galip geliyor elbette ama İspanyolca konuşmaya devam :)

-Yahu kamp atacaktık yer bulamadık…

-Yer olmaz mı şu kulübelerin önüne atın işte…

-Sorun çıkmasın?

-Yok sorun çıkmaz burada.

-Eyvallah :)

Denize nazır çadırlarımızı kuruyoruz. Funda’nın ilk işi çadırın dış tentesini çitlerin üzerine sererek kurutmak oluyor :) Gürkan çadırını havalandırıyor. Acıktım arkadaş ben ! Yemeği hazırlıyorum. Ben yemeği hazırlarken Gürkan ve Funda benim çadırı kuruyor. Böylelikle kendiliğinden bir iş bölümü oluşuyor. Kamp yerlerine vardığımızda eğer vaktimiz çok az ise ben direk yemek olaylarına girişiyorum Gürkan ve Funda çadırları kuruyor.

Akşam tekrardan telefonu çıkartıyorum. Merak ettim içeride durumlar nasıl? Oksitlenme var mı? Neden çalışmıyor bu meret? Kafa fenerini kafama takıyorum, elime çakı setimi alıp tornavidası ile bir güzel telefonu parçalamaya başlıyorum. Yahu her şey pırıl pırıl neden çalışmaz ki? Önümüzde büyük şehir olarak Valencia var. Orada yetkili servis bulursak tamir ettirmeyi deneyeceğiz.

Sabah süt-müsli Akdeniz’e nazır kahvaltımı yapıyorum. Çadırları toplayıp kıyıdan kıyıdan yola çıkıyoruz. Çok da bir anı yaşadığımız bir gün olmuyor. Öğleden sonra Valencia’ya varıyoruz. Gürkan geçen akşam internetten şehirdeki en ucuz ve memnuniyeti en yüksek  hosteli  bulup konumunu telefona kaydetmişti. Şehir büyük, hosteli elimizle koymuş gibi buluyoruz.

Hostel’in önüne geliyoruz.

Gürkan: Hostel burası sanırım.

Enes: Neresi?
Gürkan: Burası işte !
Enes: Gürkan emin misin? Burası bayağı lüks bir otele benziyor. Geceliği 11€ olan hostel burası mı?
Gürkan: Evet burayı gösteriyor.
Enes: Hadi bakalım :)

Funda ile ben dışarıda bisikletleri beklerken Gürkan kayıt işlemlerini yapıyor ve yüklü bisikletlerimizle hostelin salonuna geçiyoruz. Dakikalar içinde bisikletlerimizdeki tüm çantaları söküp  bisikletleri boş bir odaya koyup kilitliyoruz. Şükür asansör var. Bir kaç seferde tüm çantalarımızı odalara çıkartıyoruz. Koca çantaları ufacık dolaplara yerleştiriyoruz. İlk iş duşa girmek ve kirlileri yıkamak… Uzun süredir duş almadık :)

Duştan aldığım keyfi anlatamam. Bir bu kadar keyifli yıkanma anısını Fas/Layun’da gittiğimiz hamam yazısında dile getireceğim.

Hostel güzel, giriş katında mutfak ve kafe tarzı alanı bulunuyor. 8-10 kişilik odalarda bol gıcırtılı ranzalarda yatılıyor. Ne yalan söyleyeyim yataklar pek rahat değildi… Bazen çadır konforunu arar oluyor insan :)

Hostel’in bir diğer özelliği ücretsiz İspanyolca dersi veriliyor olması… Tabii ki hostelde kalmak şartıyla… Hani İspanya’da İspanyol’ca öğrenmek isteyen varsa gayet makul bir alternatif…

Akşama doğru ancak kendimize gelebiliyoruz. Hadi bir tur atıp bir şeyler içelim… Etrafta insanlar var bir yerlere gidiyorlar ama açık işletme bulabilmek ne mümkün. Yahu saat daha 22:00 ! Ama yok ! Sonra hostele geri dönüp bir güzel uyku çekiyoruz. Valencia’da bir kaç gün kalıp dinleneceğiz ve şehri gezeceğiz.

 

Ertesi gün şehri dolaşıyoruz.  Barcelona’nın turistik havasından bir nebze daha uzak. Hostel’den aldığımız şehir haritasına baka baka şehri dolaşıyoruz. Bir bakıma oyun gibi. Kendimize nokta görevleri verip o noktayı bulmaya çalışıyoruz :) Şehrin merkezinde beyaz boyadan yapılmış desenli rotalar var. Bu rotaları takip ederek şehirdeki güzel tarihi noktaları teker teker dolaşabiliyorsunuz…

Şehirde uzun süre yürüyebilen bir insan değilim. Dağ taş olsun sorun değil ama şehirde kısa sürede yoruluyorum… Tarihi yapılardan yine pek zevk alamıyorum. Çünkü tarihini bilmiyorum ve öğrenemiyorum… Ben de şehirdeki insanları, yaşamlarını, şehrin işleyişini çiçeği burnunda istifasını vermiş bir belediyeci- fen işleri çalışanı ve haritacı gözüyle incelemeye çalıştım. Barselona’da olduğu gibi motosiklet ve özellikle scooter kullanımı yaygın. Kiralık bisiklet sistemi olmazsa olmaz fakat bu sistemler yerel halkın kullanımına açık. Turistler kullanamıyor… Bayanları trafikte görmek haliyle olağan bir durum. Motosiklet ve bisiklet üzerindeki bayanlar şıklıklarını her daim sağlayabiliyorlar…

Gençler çekinmeden kaldırıma, yere, merdivene v.s. oturabiliyorlar. Alışık değilim fakat rahatlık her zaman en iyisi olduğuna inanırım. Dışarıda yemek yemek pahallı, bu yüzden aluminyum folyoya sarılmış sandviç yiyen gençler görebilmek mümkün… Bu arada fast food dan bahsetmek istiyorum. Ara ara Mc Donalds’dan hamburger menü yiyoruz. Burger King’in bol miktarda reklamlarını görüyoruz fakat bir türlü kendisini göremedik. Yahu hiç mi denk gelmez ! Bir kere zar zor yakalayabildik. Öyle bir yerde ki konum olarak bende duvarın arkasına sırtını dayayarak gizlenmiş insan görüntüsü izlenimi verdi :) Neden böyle sapa yerlerde anlayamadım :)

Uzun süredir sakallara dokunmamıştım. Zaten adam gibi uzayabildikleri de yok… Valencia’da Mc Donalds’dan hamburger menü sipariş ettikten sonra ödemeyi kredi kartı ile yaparken kasadaki ablamız islami cihad örgütünden atılmış terörist imajımdan şüphelenmiş olacak ki pasaportumu göstermemi istedi. Gösterdik tabii paşa paşa… Akşam hostelde sakalı biraz kırptım. Daha tipsiz oldu fakat dah ainsancıl bir görüntüye kavuştum :)

Bu arada şehirdeki orta yaş grubu insanlar son derece şık ve bakımlı ! Bu Gürkan, Funda ve benim ortak görüşümüz. Hani Barselona’da bu kadar gözümüze çarpmamıştı bu durum.

Hostelde de çeşitli gözlemlerin var. Bazı ziyaretçiler bizim gibi turist kafası. Bazıları öğrenci kafası. Öğrenci kafasında olanlar hostelde daha çok vakit geçiriyorlar. Eh öğrenci olayı, az para ile geçinebilmek için hostelin tüm nimetlerinden faydalanmak gerek…

Sabah kahvaltı ve bir kaç kere yemek yemek için mutfağı kullandık. Mutfak sosyalleşmek için gayet uygun bir ortam :) Gürkan’ın çay ile arası yok. Adam karadenizli, hadi onu geçtim Artvin-Arhavi’li, ailenin çay bahçesi var ama çay ile arası yok :) Neyse ben Türkiye’den sallama çay getirmiştim. Funda ile demleyip içelim dedik. Hadi şişe su boşa gitmesin şebeke suyunu kullanalım. Çay oldu çamur ! Bardağın diğer yüzü görünmüyor. Haliyle çayı döküp şişe su ile tekrardan çay demledik… Hostelin yakınında bir fırın bulduk. Ekmekleri çok lezzetli… Bir de dolaşırken temizlik malzemesi satan bir dükkanda ocak için alkol buldum. Alkolü nerelerde bulabileceğim konusunda giderek tecrübe kazanıyorum…

Valencia’da bir günümü telefon tamirine ayırdım. İnternetten bol bol araştırma yaptım. Fakat telefonu tamir ettirebilecek bir yer bulamadım… Bu arada buradaki telefoncuların neredeyse tamamı hintli… Buradaki telefon olayı bizim ülkemizden farklı. Bilmiyorum tam nasıl ama bizde adım başı telefoncu görürsünüz. Vitrinler model model telefon doludur… Burada yok ! Sistem nasıl işliyor bilmiyorum… Lg servisi Madrid’de varmış. Yolumuzun üstü değil maalesef… Yolumuz üstü Casablanka’da Lg servisi var… Uzun bir süre daha telefondan ümit yok…

 

Not: Haritalar sonra eklenecek…